Temelelektronik.info

Bilgiler > Zekeriye Sertel- Hatırladıklarım'dan alıntılar



Zekeriye Sertel- Hatırladıklarım'dan alıntılar

6. Osmanlılık Türke çok zarar vermişti. Dilini Arap ve Acem kuralları bürümüş, Türk, öz dilini unut muştu. İmparatorluğu oluşturan uluslar kendi ulusal bilinçleri ne erişmekte oldukları halde, Türkler kendi benliklerini kaybet mişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu içinde Arap Araplığını, Rum Rumluğunu, Yahudi Yahudiliğini korumuştu. Fakat Türk Türk lüğünü inkar edecek kadar benliğinden uzaklaşmıştı. Şu halde ilk yapılacak iş Türk dilini yabancı kurallardan, yani Arap ve Acem etkisinden kurtarmak, Türk dilini halka indirerek özben liğine kavuşturmaktı. Bunun için de Arap ve Acem kurallarını dilden atarak Türk diline kendi gramerini hakim kılmaktı. Dil sadeleştirilmeli, halkın konuştuğu dil kullanılmalıydı. Şiirde aruz vezni bırakılmalı, Türk dilinin kendi vezni olan hece vezni ne geçilmeliydi.
7. Türk dili artık anlaşılmaz bir hale gelmişti. Türk şair ve yazarları öyle bir dil kullanıyorlardı ki, halkın bunu anla masına olanak yoktu. Yazar ve şairler sözlüğe bakarak Türk keli meleri yerine Arap ve Acem kelimeleri kullanmayı adet edin mişlerdi. Dil ne kadar anlaşılmaz hale sokulursa kendilerince o kadar büyük bir iş yapılmış olurdu. Böylece edebiyat ve sanat halktan uzaklaşmıştı.
8. Meşrutiyet ilan edilmiş, parlamento lu bir rejim kurulmuştu, fakat din hükümetten ayrılmamıştı. Yi ne de şeyhülislamlık müessesesi hükümetin içinde bağdaş kur muş oturuyor ve fetvalar veriyordu. Biz, din devletiyle sivil devletin bir arada yaşayamayacağını söylüyorduk. Dinle devletin ayrılmasını istiyorduk. O vakit için bu, cesurca bir istekti. Yankı uyandırmaktan da geri kalmıyordu.
9. Okullarda bilim ve fen derslerinin yanında din derslerine yer olmadığını söylüyorduk.
10. gerici hareket gündengüne kuvvetlendi, sonunda o vaktin tarihinde "31 Mart Vak'ası" diye anılan gerici olay ortaya çıktı (1909). Bu hareket gericiliğin bilgiye, ilericiliğe karşı başkaldırışıydı. Gericilerin baş düşmanı "mektep li"lerdi. Orduda bile subaylar "mektepli" ve "alaylı" diye ilciye ay rılmıştı. Gericiler, mekteplilere gavur gözüyle bakıyor ve bunları sokaklarda tutup öldürüyorlardı.
11. Fransa, zamanın Maliye Bakanı Cavit Bey'i elde etmişti. ikti dara gelir gelmez, ittihatçılar, bütçe açığını kapatmak için dış memleketlerden para dilenmek yoluna sapmışlardı. Bu işin uz manı Cavit Bey'di. O zamanın bu ünlü iktisatçısı, Paris ile İstan bul arasında mekik dokuyordu.
12. Karımın mutfakta yemek pişiren bir aşçı ve çocuğa bakan bir dadı olması yetmezdi. Karım bütün hayatıma katılmalı, düşüncelerimi ve duygularımı onunla tartışıp paylaşabilmeliydim. Bu da alacağım kızın hiç ol mazsa üniversite öğrenimi görmüş olmasıyla mümkündü.
13. Dünya savaşına bizim de katılacağımızdan kimse şüphe etmiyordu. Herkes Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın Alman ya'ya bağlı olduğunu biliyordu. Er geç Türkiye'yi Almanya hesa bına savaşa sokması ihtimali kuvvetliydi. Zaten olayların akışı da öyle gösteriyordu. O vakit dünya iki bloka ayrılmıştı. Bir ta rafta İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusyası, öte tarafta Almanya, İtalya ve Avusturya devletleri.
14. Vatan ne Türkiye'dir, Türklere, ne Türkistan Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir, Turan ... şiirini o vakit yazmıştı. Milliyetçilik önderlerinin ne inanılmaz hayaller ve ne gülünç şekillere saptıklarını bundan daha iyi gös teren bir örnek olamazdı. Bu adamların ayakları yere değmiyor, gerçeği göremiyorlardı. Memleket ortadan silinmek tehlikesiyle karşılaşırken, onlar Turan hayallerine kapılabiliyorlardı.
15. O günlerin Alman Maliye Bakanı Schaht, yeni bir tica ret sistemi icat etmişti. Türkiye ile Almanya arasında alış-veriş, mal mübadelesi usulü ile yapılıyordu. Bu suretle Almanya, ken di mallarını bize pahalıya satıyor, bizim ürünlerimizi düşük fi yatla alıyordu.
16. O zamanlar gönüllere teselli veren tek olay, lngilizler'in Ça nakkale'de durdurulması ve nihayet denize dökülmesi olmuştu. Bu zafer, Almanlar'ın değil Türkler'in eseriydi. Onun için memle kette yaygın bir sevinç ve ümit yaratmıştı. Enver Paşa'nın Çanak kale'ye gönderdiği yazarlar ve edipler bu zafer etrafında destanlar, hikayeler yazdılar. Halkın bozuk maneviyatını yükseltmeye çalış tılar.
17. Dönmeler ortaçağda ls panya' daki Engizisyon zulmünden kaçarak Osmanlı lmparator luğu'na sığınan ve Selanik'e yerleşen bir avuç Yahudi idi. Bunlar Osmanlı Imparatorluğu'na döndükten sonra Müslüman olmuş lardı. Dinlerini değiştirmekle beraber, Müslümanlığı da tam be nimsemiş sayılamazlardı.
18. Dönmeler ortaçağda ls panya' daki Engizisyon zulmünden kaçarak Osmanlı lmparator luğu'na sığınan ve Selanik'e yerleşen bir avuç Yahudi
19. İslamlığın hiçbir kuralına uymazlardı. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, İslamlarla ve Türklerle kaynaşmazlardı. Bir kast halinde yaşarlardı. Zeki, ça lışkan, becerikli ve sevimli insanlardı.
20. Mütareke Döneminde İstanbul lstanbul işgal Altında Birinci Dünya Savaşı'ndan yenilmiş olarak çıkmıştık. Os manlı İmparatorluğu parçalanmış düşman yurdumuza girmişti. 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Mütarekesi gereğince İstanbul İngiliz, Fransız ve İtalyan işgali altına girmişti. Limanda düşman gemileri demirlemişti. Sokaklarda süngülü düşman as kerleri dolaşıyordu. Şehir bir karanlığa gömülmüştü. İstanbul halkı evi barkı yanmış, çırılçıplak sokakta kalmış bir insan du rumundaydı. Ağır bir matem havası esiyordu. Kimse gülmüyor, kimse rahat ve geniş nefes alamıyordu. İnsanlar sevgiyi, gülmeyi, neşeyi, yaşamayı unutmuştu. Şehre çöken kabus, kalpleri don durmuş, hayatı durdurmuştu. İdare makinesi, düşman eline geçmişti. Savaş sorumlusu sa yılan büyük, küçük bütün İttihatçılar tutulup "Bekirağa Bölü ğü;'ne atılmıştı. "Bekirağa Bölüğü", o vakte kadar siyasi hüküm lülerin hapishanesiydi. İttihatçılar "Bekirağa Bölüğü"ne girerken, orada mahpus yatan Hürriyet ve İtilaf partisi mensup ları da dışarı çıkıyorlardı. Bunlar emperyalistlerin uşağı olarak idare başına getirilmişler, Türk halkına zulmetmeye memur edilmişlerdi. Bir yandan da Kürt Mustafa adında bir düşman uşağının başkanlığı altında askeri bir mahkeme kurulmuştu. Önüne gelen tutulup bu mahkemeye veriliyor, sorgusuz sorusuz ölüme mahkum edilip darağacına çekiliyordu. Böylece şehirde bir terör ve zulüm havası yaratılmıştı.
21. Abdullah Cev det ateist idi. Halk arasında dinin nüfuzunu kırmak gerektiğine inanıyordu. Aynı zamanda Türkçenin Latin harfleriyle yazılma sı davasını ilk ortaya atan ve savunan oydu. Bu ilci davası yü zünden Mısır'a sürgün edilmişti.
22. "Bekirağa Bölüğü"nün ortadaki büyük koğuşunda, bizlerden başka, İttihat ve Terakki umumi katipleri ile Ermeni olayların dan sanık bulunanlar da vardı. Fakat koğuşta dikkati en çok çe ken, Nevzat Bey adında eski bir valiydi. Bir vakitler "Muhacirin müdürlüğü"nde müfettişlik yapmıştı. Ben onu oradan tanıyor dum. Kürt Mustafa Paşa mahkemesi, bu adamı Ermeni olayla rında suçlu bularak idama mahkum etmişti. Her an, gelip ken disini almalarını beklerdi. Kimseyle konuşmazdı. Üzgün ve küskün bir hali vardı. Bir masaya oturur, gece gündüz kağıt açar, fala bakardı. Ben onun günahsız olduğunu biliyordum. Asılmadan bir gün önce yanıma geldi. Zayıflamış, şakakları ağarmış, yanakları çökmüş, gözleri ışığını kaybetmişti. 35 yaşla rında genç bir adamdı. Evliydi. lki çocuğu vardı. İngiliz zulmü nün kurbanı olmuştu. Koğuşta benden başka kimse, onunla ilgi lenmiyordu. Yanıma sokuldu. Alçak sesle, - Zekeriya, dedi, burada beni senden başka tanıyan yok. Be nim günahsız olduğumu yalnız sen bilirsin. Hakkımda verilmiş olan hükmü elbet biliyorsun. Bir ara sesi kısıldı. Gözleri doldu. Elleri titriyordu. Sonra kendini toparlayarak devam etti: - Senden tek bir ricam var. Sen gazetecisin. Gazetelere be nim günahsız olduğumu anlat. Çoluk çocuğum benim suçsuz olduğumu bilsin. Söz verdim. Sonra, üzgün ve kederli, tekrar masasına dön dü ve kağıtlarını açarak kendi alemine daldı. Ertesi sabah Nev zat Bey masasının başında yoktu. Yatağı da boştu. Qnu gece, herkes uyurken, meçhul kimseler almış ve şafak sökmeden as mışlardı.
23. Halide Edip'in samimiyetinden ve iyi niyetinden şüp he etmek kolay değildir. Çünkü Halide Edip, romantik bir ka dındı. Siyasetten anlamazdı; bütün hayatında temiz ve namuslu kalmıştı; son derece vatanseverdi. Bu düşüncesinde de vatanı kurtarmak kaygısından başka bir neden aramak doğru olmaz. Kızılay Başkanı Hamit Bey de öyleydi.
24. Bir gün Halide Edip'i Beyazıt'ta, Feyziye Mektebi'nde ziyarete gitmiştik. Sevinçliydi. Gülüyordu. İlk sözü, bize şu müjdeyi vermek oldu: - Bugün Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçmek üzere Sam sun'a hareket etti. Artık milli mukavemet hareketi önderini bul du. Bundan sona ümit verici haberler bekleyebiliriz.
25. vapurun doktoru bana Amerika'ya giremeyeceğimi söyledi. - Neden? dedim. - Amerikan yasaları gereğince birden fazla karısı olanlar Amerika'ya giremezler. Siz ise iki kadınla seyahat ediyorsunuz. Güldüm, hasta olan kızın benim karım olmadığını anlatma ya çalıştım.
26. Fakat büronun masrafını karşıla yacak durumda değildim. O sırada Amerika' da ticaret yapan Le on Taranto adında Türkiyeli bir Yahudi dostuma ihtiyacımı an lattım. Hiç tereddüt etmeden bana şehrin en işlek yerinde bulunan yazıhanesinde bir oda ayırdı. Emrime bir daktilocu kız verdi, büronun çoğaltma makinesinden da faydalanabilecektim. Aradığım bütün şartları bulmuştum, artık faaliyetime devam ede bilirdim. Bu faaliyet kurtuluş savaşının zaferle sona ermesi günü ne kadar devam etti. Bu sayede birçok Amerikalı dost edindim, memleketin davasını Amerikalılara anlatmak olanağını buldum.
27. Amerika'ya göç etmiş olan Türk, Kürt, Rum, Ermeni veya Yahudi, bütün vatandaşlar derin bir sıla hastalığına tutulmuşlardı. Kurtuluş Savaşı'nı hepsi yakından izliyorlardı ve bu savaşa herhangi bir şekilde katılmak için can atıyorlardı. Leon Taranto'nun bana yaptığı yardım, bu vatanseverlik duygusundan geliyordu.
28. Hepimizin gözü, merakla, bu tanımadığımız va tandaşa dikildi. Tereddütlü, utangaç ve iddiasız bir sesle konuş93 maya başladı. - Arkadaşlar, dedi, ben Detroit'ten geliyorum. Memlekete dönüyorum. Bu toplantılarınızda ilk kez bulunuyorum, Kurtu luş Savaşı'nda canlarını ve kanlarını verenlerin hikayelerini din ledim. Yetim kalan yavruların acıklı halini öğrendim, onun için konuşuyorum. Ben Amerika' da on sekiz yıl çalıştım. işte bu süre içinde kazanıp biriktirdiğim para . . .  (Cebinden bir cüzdan çıka rıp kürsünün üstüne bıraktı). işte altın saat ve köstek. (Boynun dan kalın altın zincirli bir saat çıkarıp masanın üstüne koydu.) Bunları Anadolu' daki şehit kardeşlerimizin yetim yavrularına gönderin. Bana da lstanbul'a kadar bir vapur bileti alın. Başka bir şey istemiyorum. Hepimiz donakalmıştık. Bu yüksek hamiyet örneği Anadolu çocuğunu hepimiz kucaklayıp öptük. Amerika'da Detroit oto mobil fabrikalarının ateş ocaklarında bin bir güçlük içinde çalı şarak kazandığı parayı bir tahta masanın üzerine atıvermişti. Bu hamiyet sahnesi birçoklarımızın gözlerinden yaş getirmişti.
29. Bizi Ankara'ya götüren tren, yollarda ikide bir duruyor ve civar ormanlardan kesilen odunlarla yoluna devam edebiliyordu. Kömür yoktu. Bu yüzden Ankara'ya ancak yirmi dört saatlik bir yolculuktan sonra varabilirdik.
30. Meclis, tarihi bir gün yaşı yordu. Ben ismet Paşa'yı ilk kez görecektim. Merak ve heyecan içindeydim. Bir alkış fırtınası koptu. Gözler salonun yan kapıla rına dikildi. Üzerinde basit asker elbisesi, başında gri kalpağıyla ismet Paşa göründü. Meclis onu ayağa kalkarak selamladı. Paşa çalımsız, kısa boylu, basit bir askerdi. Pantolonu ütüsüz, ceketi buruşuktu. Kalpak, kulaklarına kadar inmişti. Lozan'dan değil de, sanki cepheden geliyordu. Kıyafetini değiştirmeye vakit bu lamadan tozlu çizmeleriyle Meclis' e gelivermiş gibiydi.
31. En çok dikkatimi çeken şey, o vakitki abullabut giyinişiydi.
32. benim de hedefim gündelik bir gazete çıkarmaktı. Önüme bir fırsat çıkmıştı. Yunus Nadi, Nebizade Hamdi ve ben, bir araya gelerek bir şirket kurduk. On biner lira sermaye koyduk. Gazeteyi hazırlayıp çıkarmak görevi bana verildi. Gazetenin adı Cumhuriyet olacaktı. Sevinçle lstan bul'a döndüm ve işe başladım.
33. Tam o günlerde Doğu' da bir de Kürt isyanı çıktı. Memleket içinde el altından bu hücumları körükleyen emperyalistler ve özellikle İngilizler, Doğu'daki Kürtleri isyana kışkırtmışlardı. Böylece yeni rejimi içinden yıkarak Lozan Antlaşması'nda kay bettiklerinin intikamını almak istiyorlardı. Lord Curzon, Lozan
34. Konferansı'nda, "Siz bize kapıları kaparsanız, biz arka kapıdan da girmesini biliriz," dememiş miydi? İşte şimdi Anadolu'ya arka kapıdan girmeye kalkmışlardı. Diyarbakır' da başlayan Şeyh 123 Sait isyanı bu kışkırtmanın sonucuydu. Şeyh Sait, güya Kürtlere hürriyet ve bağımsızlık istiyordu. Fakat gerçekte onun iplerini idare eden Londra idi. lstanbul'daki gerici basının devamlı hü cumları da bu isyanı hazırlayan etkenlerden biri sayılabilirdi.
35. lstanbul'un bellibaşlı gazete başyazarları Diyarbakır'daki İstiklal Mahkemesi'ne gönderilmişlerdi. Bunlar arasında Tasviri Efkar gazetesi sahip ve başyazarı Velit Ebuzziya, Vatan gazetesi sahip ve başyazarı Ahmet Emin Yalman, aynı gazetenin yazarla rından Ahmet Şükrü Esmer, gene başyazarlardan İsmail Müştak ve başkaları vardı. Ahmet Emin, daha yoldayken, Adana' dan, Mustafa Kemal'e telgraf göndererek yalvarmaya başlamıştı. Affe dilirse, bir daha gazetecilik yapmayacağına söz veriyordu. Bir yandan da Diyarbakır'da bunlara yapılan muamele hakkında meraklı ve korkunç haberler geliyordu. Bunları istasyonda karşı layan İstiklal Mahkemesi üyeleri onları önce bir camiye yerleş tirmek istemişler. Caminin içi hıncahınç tutuklanan Kürtlerle
36. doluydu, leş gibi kokuyordu, nefes almak bile zordu. Gazeteciler bunu görünce ürkmüşler. İstiklal Mahkemesi üyeleri renk ver124 memişler. Burada yer yok diye gazetecileri alıp yürümüşler. Yol da Velit Ebuzziya'yı ayaklarında zincir, ellerinde kovalarla su ta şırken görmüşler. O vakit kendi akıbetlerini anlar gibi olmuşlar. Fakat mahkeme üyeleri bunları başkanın evine götürmüş, onları içki sofrasına davet etmişler ve yolda gördüklerini kendilerine bir gözdağı vermek için yaptıklarını söyleyerek kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Kısacası "şaka" yapmışlar . . .
37. "Maksat vasıtayı meşru kılar,,
38. Fakat Peyami, zeki olduğu kadar da kötü ruhlu bir adamdı. Çok içki içerdi, hatta esrar kullandığı bilinirdi. Bu bakımdan da Nazım'ın tam zıddı
39. söz ederler. Kendisine, Nazım'ın çağımızın en büyük Türk şairi olduğu söylenir. Merak eder. Bir şiirini dinlemek istediğini gös terir. Nazım'ın şiir plakları getirilip çalınır. Mustafa Kemal dik kat ve hayretle dinler. Sonra, "Bu şair sizlere benzemiyor," der. Ve Nazım,ı getirtip şiirlerini onun kendi ağzından dinlemek ar zusuna kapılır. "Bu şairi bulup getirsinler," emrini verir. Fakat vakit gece yarısını geçmiştir. Telefonla Kadıköy Polis Merkezi'ne Nazım'ı bulup getirmeleri emri verilir. Gece geç va kit bir polis, Nazım'ın evinin kapısını çalar. Nazım uykudan kal kıp kapıyı açar. Karşısında polisi görünce şaşırır. Bir an soğuk terler döker. Polis nezaketle Mustafa Kemal'in kendisini Dolmabahçe Sa rayı,nda beklediğini bildirir. Nazım o vakit kendisine gelir. - Oğlum, der, Paşa,ya benden selam söyleyin. Ben "Deniz Kızı Eftalya" değilim. Bunu der demez kapıyı kapar. Mustafa Kemal o sıralarda sofrasına Eftalya Hanım adında bir şarkıcı kızı getirtmeyi adet edinmişti. Nazım, şarkıcıya ben-
40. şarkıcı gibi çağrılamayacağını anlatmak istemişti. 146 Nazım'ın cevabı kendisine bildirildiği zaman Mustafa Kemal'in tepkisi şu olmuş: - Aferin çocuğa . . .  İşte şair dediğin böyle olmalı! Mustafa Kemal de bu cevabıyla kendi büyüklüğünü göster miştir. Yoksa bu cevaba kızabilir ve Nazım'a yapmadığını bırak mazdı.
41. O günlerin ünlü lirik şairi Ahmet Ha147 şim, Nazım için şu tekerlemeyi yayıyordu: - Nazım öyle bir tehlikedir ki, kendisinden kurtulmak için onu asmak gerek. Fakat o kadar kuvvetli şairdir ki, sonra da önüne diz çöküp ağlamak gerek.
42. Bir süre sonra Nazım, eski şöhretleri gülünç duruma düşüre cek yeni bir yol buldu. O vakitler büyük edipler birbirlerine "Ostad" demeyi adet edinmişlerdi. Hamit, "üstadı Azam"dı. Ötekiler ise, sadece üstad. Nazım, bu üstad kelimesini olur ol maz herkese ve her şeye kullanmaya başladı, her önüne gelene "üstad" demeye başladı. Aşağı üstad, yukarı üstad, gel üstad, git üstad . . .  Üstad sıfatı o hale geldi ki Babıali' de artık herkes birbi rine 'üstad' diye hitap etmeye başladı. Kahveciye üstad, kitapçı ya üstad, hizmetçiye üstad, şoföre üstad. Artık herkes üstad ol muştu. Asıl üstadlar da kendilerine üstad diye hitap edilmesini hakaret sayar olmuşlardı. Kimse üstadlığı üzerine almak istemi yordu. Fakat bu defa da bizler Nazım'ı, "Ostad" diye çağırmaya başladık.
43. Güney Ameri kalı ünlü şair Pablo Neruda elimi sıkarken, "Bu adamın kadrini biliniz. Biz onun yanında şair bile sayılmayız," dedi.
44. Büyük Millet Meclisi halkı değil, Halk Partisi'ni temsil eden göstermelik bir kurum olmuştu. Seçimlerde yalnız Halk Parti si'nin gösterdiği adaylara oy veriliyordu. Gerçekte bu bir seçim bile sayılamazdı. Halk artık bu göstermelik seçimlerden bıkmış, oya katılmamaya başlamıştı. Seçimlere katılanların sayısı yüzde 25'i bulmuyordu.
45. Köylü örgütlenemezdi, gençlik örgütlenemezdi, aydın örgüt kuramazdı. Kuruluş diye ne varsa hepsi Halk Partisi'nin kurdu ğu örgütlerdi ve hepsi partinin sıkı kontrolü altındaydı. Basın da sıkı bir baskı altında yaşıyordu. Telefonla gazete başyazarlarına verilen emirlerin dışına çıkılamazdı. En ufak bir hata yüzünden gazete haftalarca kapatılır, sorumlular mahke meye verilirdi. Yani tek kelime ile halle nefes alamıyordu. Hava sızlıktan ve hürriyetsizlikten boğuluyordu.
46. Fakat sonradan öğrendim ki, bu meselede Atatürk beni sına mak istemiş. Haberin kaynağını vermemekte direnmemi beğen miş ve meseleyi onun için kapatmış.
47. Mahkeme Başka nı, Sabri Bey adında bir yargıçtı. Bizi önce üç yıl hapse mahkum etti. Yargıtay bu kararı bozdu. Mahkeme başkanı, Ankara'nın bizim hakkımızda verilen hükmü beğenmediğini sandı. Bu kez beraatımıza karar verdi. Bu kararı da savcı temyiz etti. Yargıtay bu kararı da bozdu. O vakit yargıç Ankara'nın bizim mahkum olmamızı istediğini sandı ve bizi tekrar üç sene hapse mahkum etti. O tarihlerde adalet bağımsız değildi. Gazeteciler mahkeme ye düştükleri zaman yargıçlar Ankara'ya bakarlardı. kanunları Ankara'nın emir ya da dileğine göre yorumlar, ona göre ceza ve rirlerdi. Bize ceza veren yargıç Ankara'nın hakkımızda ne dü şündüğünü anlayamamıştı. Onun için verdiği kararı birkaç defa değiştirmek zorunda kalmıştı.
48. Hapishanede Behzat Bey adında Harbiye Nezareti'nde müs teşarlık etmiş bir eski subaya rastladık. Bu adam Halife'nin son Harbiye Nezareti müsteşarı idi ve lstanbul'un kurtuluşundan ön ce Mustafa Kemal'in idam hükmünü imzalamıştı. İmzadan yirmi dört saat sonra lstanbut'a milli kuvvetler girince tevkif edilmiş ve 15 yıl hapse mahkum olmuştu.
49. Her yıl 1921 Sovyet-Türk Dostluk Antlaşması ve Büyük Ekim Devrimi'nin yıldönümü münasebetiyle Sovyetler lehinde yazı yazmak, basında gelenek haline gelmişti. Basın Yayın Genel Müdürlüğü bir-iki gün önce bütün başyazarlara bu tarihleri hatırlatırdı. Atatürk, Sovyet dostluğuna büyük önem verirdi. Bu dostluğa herhangi bir gölge düşmemesine dikkat ederdi. Sık sık basına Türk-Sovyet dostlu ğu konusunda yazılar yazmak için direktifler verilirdi.


sonraki bilgi:      Albert Camus - Yabancı'dan alıntılar

önceki bilgi:       Sabiilik(Mandeizm) İnancı

 
 

Bu sayfaya 1  defa bakıldı


Bu internet sitesi kar amacı gütmemektedir. Bu içeriğin siteden kaldırılmasını istiyorsanız alttaki butonu kullanarak içeriğin kaldırılması için istekte bulunabilirsiniz.