Bilgiler > Bozkurt'tan Alıntılar
Bozkurt'tan Alıntılar
* Başaramadı ve ölümünden sonra yozlaşma başladı. Halefi Ayyaş (ikinci) Selim’di. Selim’in bir Ermeni uşağın piçi olduğu ve saltanat kanının onunla değiştiği söylenir. Bir istisna dışında, ondan sonra gelen yirmi yedi padişahın her biri bir öncekinden daha da dejenere idi.
* Bütün Türk kadınları gibi tüm yaşamını erkek çocuğuna hasretmişti; doğarken ölen bir erkek çocuğundan başka, ismi Makbule olan bir kız çocuğu vardı. Mustafa’yı sınırsızca şımartmasına karşın, o bundan pek az etkilendi. Açık mavi gözlü, kum rengi saçlı, zayıf, kemikli yapıda, sessiz ve vakur bir çocuktu.
* Alıngan yaradılışta olduğundan, eleştirildiğinde veya kaba konuşmalara muhatap olduğunda hemen kırılıyor, ters davranıyordu. Bütün bunlar onun içine kapanmasına, kimseyle arkadaşlık kuramamasına yol açıyordu. Gene de, her zaman dikkat çekmek ve sıradışı biri olarak sivrilmek arzusundaydı.
* Kadınların hiçbirine âşık olmadı. Onlarla ilişkileri duygusal ya da romantik düzeyde değildi. Vicdan azabı duymaksızın çabucak birinden öbürüne geçiyordu. Hevesini alıyor ve bırakıyordu. Bu konuda tam bir doğulu gibi düşünüyordu: Hevesini almak dışında, yaşamında kadının yeri yoktu. Böylece kentin şehevî yaşamına iyiden iyiye kendini kaptırdı.
* Başarısı tümüyle kendisine bağlıydı. Türkiye’de her insan en alt basamakta başlayarak kendi yeteneğiyle yükselmeliydi. Belirli bir hâkim sınıf, zengin ve soylu ailelerin çocuklarına özgü okullar olmadığı gibi, yalnızca babaları başarılı veya soylu olduğu için hiçbir çocuğa özel ayrıcalıklar verilmiyordu. Bu nedenle yeterli zekâ ve uygun karaktere sahip olduğu takdirde, köylü bir aileden gelmesi Mustafa Kemal için bir engel oluşturmamaktaydı.
* İstanbul’daki ‘Yaşlı Tilki’, aldığı seri bir kararla geri adım attı ve geçmişteki kötü yönetimin tüm suçunu çevresindekilere yükleyerek anayasal hükümeti ilan etti; hafiyeliği kaldırdı ve devrimcilere kucak açtı.
* İstanbul’daki askerleri satın aldılar, hocaları halka gönderip yeni yöneticilerin Paris’ten getirdikleri yeni moda düşüncelerinin dinsizlik olduğunu, bunların Türk ve Müslüman değil, Yahudi ve Mason olduklarını, islam’ı ve hilafeti yıkmak için işbaşına geldiklerini söylettiler.
* Rauf isminde genç bir deniz subayı, kumandanı olduğu yaşlı “Hamidiye” kruvazörüyle Çanakkale Boğazı’nın hemen ağzındaki blokajı aşıp geçmişti. Düşman savaş gemileri peşindeyken, Ege Denizi’nde dolanıp şurada burada ortaya çıkarak bir limanı bombalıyor ya da bir nakliye gemisini batırıyordu. Ulusal bir kahraman haline gelmişti; ama bu yiğitlik gösterilerinin genel yenilgi üzerinde hiçbir etkisi olmuyordu.
* Haftalar aylara dönüştü. 1915 Şubatı’na gelinmişti bile. Mustafa Kemal, olayların dışında kalmaktansa izinsiz olarak Sofya’dan ayrılıp savaş içinde görev almaya karar verdi. İstanbul’dan onu göreve çağıran emir geldiğinde, eşyalarını toplamıştı ve yol planlarını hazırlamaktaydı.
* Tümeni, biri iyi durumdaki Türk, kalanı da son derece zayıf durumdaki iki Arap alayından oluşmaktaydı.
* ihtiyatlı olması konusundaki emirleri hiçe saymıştı. Sorumluluğu kendi üzerine alarak, tüm ordu ihtiyatlarını doğrudan savaşın içine sürmüştü; elde bir tek yedek bile kalmamıştı. Asıl saldırıya karşı koyduğuna inanıyordu. Eğer yanılmışsa ve asıl hücum bir başka yerde yapılıyor idiyse, bu hatası büyük bir felakete yol açacaktı. Fakat yanılmamıştı. içgüdüsü onu haklı çıkaracaktı. Ama onun içgüdülerinden hiçbir zaman kuşkusu olmamıştı, zaten.
* Ancak, Mustafa Kemal beklemedi. Karargâhını doruğun birkaç metre gerisindeki kayaların arkasına kurdurtarak bütün gece ve ertesi gün, Avustralyalıları tepeye iyice yerleşmelerine fırsat vermeden denize kadar sürebilmek için durmamacasına hücum üzerine hücum düzenledi. Başarısızlığa uğrayan her hücumun ardından, bir yenisini hazırladı. Adamlarına cesaret vermek üzere sürekli ateş hattında bulunuyordu. Onların dinlenmelerini ve sıcak yemek yiyebilmelerini bizzat kendisi ayarlıyor ve sarsılmaz enerjisiyle onlara örnek oluyordu. Ne ki Avustralyalıları durdurmayı başardığı halde, dağın eteğinden onları denize sürmeyi başarması mümkün olamıyordu.
*. Bütün bunlar olurken, Mustafa Kemal bir an bile bırakmamıştı. Kendini güçlü ve mutlu hissediyordu. Tam yerini bulmuştu, savaşıyordu! Çok az uyuyordu, uyku ihtiyacı yokmuş gibi görünüyordu. Adamlarını acımasızca, hatta çılgınca ileri sürüyordu; bununla birlikte, son derece soğukkanlıydı. Kararlarını matematiksel bir kesinlikle alıyor, emirlerini kesin surette veriyordu.
* Sağındaki 9. Tümen’in kumandanı Alman General Herr Kannengeiser, onun yeteneği karşısında şaşkına dönmüştü. Mustafa Kemal’i “berrak fikirli ve etkin” olarak tanımlıyordu. “Her şeye kendi başına karar veriyor. Ne istediğini gerçekten çok iyi biliyor.” diyordu.
* Tekrar tekrar ateş altına girmekten geri durmuyordu. Kendini hiç sakınmıyor, adamlarının karşı karşıya kaldığı tehlikeleri onlarla paylaşıyor; ama çevresindeki tüm adamlar öldüğü halde, ona hiçbir şey olmuyordu. Adamlarına örnek olacak şekilde, üzerinde ince ince çalışılmış bir atılganlıkla hareket ediyordu.
* Bir başka olayda da Gelibolu’ya dönerken bir ingiliz uçağı, otomobilini baştan aşağı taradı. Bombalar arabanın önünde ve arkasındaki yolda patladı; bir tanesi de ön cama çarpıp şoförü öldürdü, fakat Mustafa Kemal’e hiçbir şey olmadı.
* Mustafa Kemal, büyük bir öfkeye kapıldı. Yine Enver! Ucuz Politika aracılığıyla iktidarı kapan, işe yaramaz küçük züppe Enver! Her şeye burnunu sokan ve her şeyi istismar eden Enver! Hemen istifasını gönderdi.
* Alman general en iyi tümen kumandanını kaybetmek istemiyordu. Mustafa Kemal’i beğeniyordu. Mustafa Kemal gibi, o da profesyonel bir askerdi ve Enver’in o pırıltılı yetersizliğine karşı derin bir tiksinti duyuyordu. Enver’in müdahalesinden o da hiç hoşlanmamıştı.
* iki ingiliz taburunu ezip geçtiler. North Lancashire taburu bozuldu ve kaçmaya başladı; Wiltshire taburu ise son askerine kadar süngüden geçirildi. Türkler tepenin eteklerinden aşağıya doğru, denize kadar her şeyi ezip geçtiler. ingiliz savaş filosu, üzerlerine bombalar yağdırdı. Dev şarapneller ve demir parçaları sağanağı, toprakta kocaman delikler açıyordu. Geri çekildiler ve siper kazdılar; ancak, Conkbayırı Tepesi’ni temizlemişlerdi. Çarpışma kazanılmıştı.
* ingilizler sadece iki kez daha Suvla’dan saldırıya geçtiler. Her ikisinde de çarpışmalar son derece yoğun ve şiddetliydi. Her iki çarpışmada da Mustafa Kemal; elindeki son ihtiyatları, hatta atsız kalan süvarileri ve jandarmaları dahi savaşa sürmek zorunda kalmıştı. Her iki çarpışmada da Türklere zaferi kazandıran ve yarımada ile İstanbul’u kurtaran, eldeki bu bir avuç asker ile Mustafa Kemal’in olağanüstü kişiliği olmuştu.
* Almanların yardımıyla Enver kendisini diktatör ilan etmişti. Ona karşı da büyük bir antipati akımı başlamıştı. Kendi yandaşları ve ittihat ve Terakki Cemiyeti ile kavgalıydı. Ona yönelik pek çok entrika çevriliyordu. Sürekli suikast tehlikesi altındaydı. Yanında güçlü bir eskort olmadan dışarı çıkmıyordu. Ya da arabasını son hızla sürdürüyordu.
* Mustafa Kemal, derhal ilerledi; ancak, birliklerinin durumunun hala çok zayıf olması ve Ruslar tarafından örgütlenmiş olan Ermeni ve Gürcülerin toprakları uğruna şiddetle çarpışmayı sürdürmeleri sonucu, çok ağır hareket edebiliyordu. Van, Bitlis ve Muş’u geri alıp Batum’a doğru yöneldi.
* Vahdettin odaya girdi. Kendisine hiç yakışmamış bonjurunun içinde, yorgun yüzlü ve uzun çeneli, kara kuru, sevimsiz bir adamdı. Brokar kumaşla kaplanmış bir kanepeye oturdu, hizmetkârlarının selamlarını kabul ettikten sonra, yorgun bir tavırla gözlerini kapadı. iki kez gözlerini büyük bir çabayla açıp boş boş baktıktan sonra, uyuklamaya başladı. Mustafa Kemal, onun yarım akıllı olduğu sonucuna varmıştı.
* Üstlerine karşı yağcı, alt mevkidekilere karşı ise zorba olan saraydaki bütün o üçüncü sınıf parazitlerin sevimsiz halleri onu öfkeye boğuyordu.
* Bununla tatmin olmayan Mustafa Kemal, bir bozkurt gibi tüylerini kabartarak hücumu sürdürdü. Acı bir alaycılıkla, “Buraya Ermenileri tartışmaya değil, Almanya’nın gerçek durumu hakkında fikir edinmeye geldik” dedi. “Gördüklerimiz de bizi yeterince fikir sahibi etti.”
* O sırada odanın bir köşesinde duran bir Alman generali yüksek sesle: ‘Türk birlikleri hiçbir işe yaramaz. Bunlar sadece kaçmasını bilen hayvan sürüleridir. Doğrusu onlara kumanda eden hiç kimseye gıpta etmem.” diyordu. Mustafa Kemal şimşek gibi Alman’a doğru döndü, gözleri kızgınlıkla alevlenmişti, tüm vücudu bu öfkeyle titriyordu. “Ben de bir askerim” dedi. ‘”Bu orduya kumanda ediyorum.” Sesi Türklere olan tutkulu inancıyla titreyen bir trampet gibi tınlıyordu “ Türk askeri asla kaçmaz. Geri çekilme sözünün ne demek olduğunu bile bilmez. Siz, generalim, eğer Türk askerlerinin koştuğunu görürseniz, bunu ancak kendiniz kaçarken görmüş olmalısınız. Kendi korkaklığınızın suçunu Türk askerine yüklemeye nasıl cesaret edersiniz!”
* Şam’da durdu. Liman von Sanders ona Rayak’ta yeni bir hat kurması emrini yerdi. İsmet’i Şam’da bırakıp Ali Fuat’ı yanına alarak işe koyuldu; ancak, hemen sonra kıyı kentleri halkının düşmandan yana oldukları, İngilizlerin Beyrut’a girdiği ve Rayak’ta kurulan bir hattın düşman tarafından çevrildiği haberleri geldi. Tüm Suriye’den vazgeçerek bir an evvel üç yüz kilometre ötedeki Halep’e kadar geri çekilmeli ve kuzeyde Türkiye’ye giden yolları kapsayan yeni bir savunma hattı oluşturulmalıydı. En önden gidip Halep’in on mil kuzeyindeki yeni hattı bizzat hazırlattı. Bu hat, büyük Toros dağlarının arasındaki tek sarp geçitten doğruca Türkiye’ye uzanan biricik yolun üzerindeydi. Yan tarafları güvenliydi. Ne asker kaçakları ne de düşman kolay kolay geçemezdi. Arabistan, Filistin, Suriye Türklerin sadece fatih ve idareci olarak ellerinde bulundurdukları Arap ülkeleriydi. Buralar kaybedilebilirdi. Ama burada, bu yeni hat üzerinde Türk çocuklarını arkalarını kayalara vererek, düşmanı kendi ülkelerinden, Türkiye’den uzak tutmaları için savaştıracaktı. Burada anavatan için son nefeslerini verinceye değin çarpışacaklardı.Başlangıçta Halep halkı sakin ve sessizdi. Ama İngiliz öncü birlikleri yaklaştıkça düşmanca ve acımasızca davranmaya başladılar.Mustafa Kemal, kentin merkezindeki Baron Oteli’nde kalıyordu. Bir keresinde yanında şoföründen başka kimse olmaksızın otomobiliyle dairesinden dönerken çevresi bir sokak köpeği sürüsü gibi hırlayarak ona bağırıp çağıran bir güruh tarafından sarıldı. Elindeki kırbaçla onları uzaklaştırdı; kendisini izlemeleri üzerine onlara para ve silah sözü vermek zorunda kaldı. Ertesi sabah korkunç bir patırtı duyup oteldeki odasının balkonuna çıktı. Otelin önündeki sokaklar tehditkâr bir kalabalıkla dolmuştu. At üstünde doğudaki çölden gelen Araplar kente doluşmuşlardı. Kaybedilecek hiç zaman kalmamıştı. Kenti boşlatarak Kitma’daki karargâhını kaldırıp, kurduğu yeni hattın gerisine nakletti ve yaklaşmakta olan taarruzu karşılamaya hazırlandı.
* Veda ederken “Ekselans,” dedi Liman von Sanders sonunda, “Sizi Anafartalar’daki kumandanlığınızdan beri tanıyorum. Yeteneklerinizi en baştan beri fark edebildiğim için kendimle gurur duyuyorum. Bu süre içinde sık sık anlaşmazlığa düştüğümüz oldu, gene de iyi birer dost olduk Şu andaki tek avuntum, kumandayı sizin yetkin ellerinize bırakıyor olmamdır.”
* Sadrazam İzzet, gönderdiği telgraflarla ona önce emir sonra rica ederek İngilizlere yolu açmasını istediğinde, “Merhamet dilenmemeliyiz. Eğer bunu yaparsak, toptan yok olacağız.” karşılığını verdi.
* Danışmanları Lloyd George’a, “Türkiye’yi kendi haline bırakın” demişlerdi, “otomatikman parçalanacaktır. Biz de parçaları sonradan bölüşürüz.”
* Yüksek yerlerdeki devlet memurları bunlara destek veriyorlardı. İsmet, Harbiye Nezareti Müsteşarı’ydı. Fevzi Erkan-ı Harbiye Reisi’ydi. Fethi, Dâhiliye Nazırı’ydı. Balkan Savaşı’nda Hamidiye’nin namlı kumandanı Rauf, Bahriye Nazırı idi Hepsi de Mustafa Kemal’in arkadaşlarıydı ve aynı amaç için gizlice çalışmaktaydılar.
* Ne var ki, Sadrazam Damat Ferit, ona kefil olmaya hazırdı. “Anadolu’daki tüm sorunların sebebi” diyordu, “hiçbir şekilde halkta kaynaklanan duygular değil, o mel’un İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, Enver’in habis çetesinin kurnazca çevirdiği dolaplardır. Türkler barış istemektedirler. Mustafa Kemal, cemiyetin sadece ismen üyesidir; gerçekte onun en kararlı muhalifi olarak tanınır. Ülke çapında büyük bir şöhreti vardır. Efendi bir adamdır. Kendisine güvenilebilir. Gönderilecek en uygun kişi odur.”
* İri yapılı, zihinsel ve hareket yeteneği açısından yavaş, son derece disiplinli olmasına karşın; nazik, yalın ve dürüst, sözünün eri, içgüdüsel olarak tutucu ve bir gelenek aşığı olarak eski tip ve askerleri arasında olağanüstü popüler bir kumandandı, isteseydi liderliği ele alabilirdi, fakat bu tür bir hırsı yoktu.
* Bütün Türkiye’deki din adamlarını halka seslenmeye çağırdı. Uyruklarını Halife ve tahtın yanında olmaları için ikna etmek üzere, köylere bile hafiyelerini gönderdi.
* Konya’da Padişah’ın adamları Mustafa Kemal’in göndermiş olduğu subayların ayak tırnaklarını söktüler, sonra da onları atların ayaklarının altında çiğnettiler. Mustafa Kemal’in adamları, Konya’daki olayda başı çekeni vurarak öçlerini aldılar.
* Padişah, Millicilere yakınlık gösteren tüm memurlarını azlederek sadık uyruklarına Ankara’daki vatan hainlerine karşı koymaları için pek çok irade yayınlayarak ve son olarak da, dinsel bir törenle yayınladığı iradeyle Mustafa Kemal ve çevresindekileri yasa dışı ilan edip, onları öldüren kişinin kutsal bir görevi yerine getirmiş olacağını ve hem bu dünyada hem de öteki dünyada ödüllendirileceğini bildirerek, onları idama mahkûm etti.
* Padişah’ın ajanları doğuda Kürtleri başkaldırmaya teşvik ediyorlardı. İç savaş her yanı kuşatmış, onlara doğru yaklaşmaktaydı.
* İzmir önlerindeki tepelerde bulunan düzensiz çeteler de son derece gaddardı. Üstelik denetimden çıkmış durumdaydı. Bunların önderlerinden olan Çerkeş Ethem, bağımsız bir hükümdarmış gibi davranıyordu.
* “Yaşamı ve bağımsızlığı için en büyük fedakârlığı yapan bir millet başarısız olmaz. Yenilgi demek, milletin ölümü demektir.”
* “Onlar, o İngilizler bizim onlar kadar güçlü olduğumuzu yakında öğrenecekler! Bize kendi eşitleri olarak davranacaklar! Onlara asla boyun eğmeyeceğiz. Uygarlıklarını başlarına geçirinceye dek, son ferdimize kadar onlara karşı koyacağız!”
* “Sizler” diye haykırdı, “Sizler Türksünüz! Daha dün uyruğunuz ve köleniz olan bu Yunanlıların karşısında boyun mu eğeceksiniz? Buna inanamam! Birleşin ve hazırlanın; o zaman zafer bizim olacaktır.”
* Fransız hükümetinin bir temsilcisine oldukça küstah bir tavırla, “Suriye ve Arabistan’ı alabilirsiniz” diyordu, “Ancak, Türkiye’den uzak durun. Biz her ulus gibi kendi sınırlarımızdan bir karış fazlasını istemiyoruz, ama bu sınırlardan bir karış azına da razı olmayız.”
* Yunan saldırılarına karşı koyan, iç savaşı ezen, Ankara’yı asilerden kurtaran ve Ankara hükümetini kabul ettiren hep bu Yeşil Ordu idi.
* Kazım Karabekir Ermenistan’ı işgal etmiş, Kars’ı alarak güçlerini Bolşeviklerle birleştirmişti. Rusya para ve silah gönderiyordu. İngiltere, Rusya ve Türkiye’nin ortak düşmanıydı. Yunanistan hızla orduya sıçramakta olan kıyasıya siyasal tartışmalar yüzünden yıpranmaktaydı. Venizelos ve yandaşları Atina’dan çıkarılmışlardı.
* İtalya da onlara silah satmaya başlamıştı. Afganistan ve İran’dan delegeler ittifak önerileriyle gelmişti. Hindistan ve Mısır’da Türkiye’ye yardım konusunda büyük bir Müslüman propaganda faaliyeti başlatılmıştı.
* O kabul gören bütün ideallere ve ahlâk kurallarına hakaretle dudak büküyor ve bunları ayaklar altına alıyordu: Ahlâk kuralları ona göre, ikiyüzlülerin maskesinden veya budalaların çılgınlığından başka bir şey değildi; ideallerse ağızdaki çöplerden ibaretti.
* Güçlü, duygu ya da vicdandan yoksun, tüm ahlak kurallarına veya kılavuz ilkelere boş veren bir kurt!..
* Bedenini tam bir iflastan kurtaran şey, Fikriye Hanım’ın gelişi oldu. Gönüllü hemşire olarak orduya katılıp Ankara’ya gelen Fikriye, İstanbul’dan uzak bir akrabasıydı. Fikriye onun tüm ihtiyaçlarını gözetiyordu. Hasta olduğu zamanlarda ona bakıyordu. Türk ve doğulu olduğu için, onun hem metresi hem de kölesiydi. Kendinden tam bir vazgeçişle her şeyi veriyor, karşılığında hiçbir şey talep etmiyor, sadece onun dizinin dibinde oturmak ve ayağının altında çiğnenmek hakkını istiyordu.
* “Asıl patron Mustafa Kemal’dir. Bizler yalnızca onun yardımcılarıyız.”
* Raporları dinledi, haritayı inceledi, üzerindeki bayrakların yerlerini değiştirdi, hesap yaptı. Yüzü sertleşmişti; ifadesizleşen gözlerinden ne düşündüğü belli olmuyordu. Tamamen önündeki sorun üzerinde yoğunlaşmıştı.
* Ansızın gayet kısa bir şekilde, “Eskişehir’i boşaltın” dedi. “Genel bir geri çekilme emri ver. Üç yüz kilometre geriye, Sakarya nehrine değin çekil ve oradan Ankara’ya uzanan yeni bir cephe hazırla. Bu, düşmanın iletişim hattının uzamasına, pek çok yeni güçlükle karşılaşmasına yol açacak, bize de toparlanmamız için zaman kazandıracaktır.” Kararlarını birkaç bayrağın yardımıyla harita üzerinde açıkladı.
* Yunan ordusunun yarısı ise, yerel Rumlardan, yani vatan hainleri olarak idama mahkûm edilmiş Türk uyruklarından oluşuyordu.
* Fransa’yla uzlaştı ve Fransız temsilcisi Franklin-Bouillon’la gizli bir antlaşma imzaladı. Antlaşma uyarınca Fransa, Suriye cephesindeki seksen bin Türk tutsağı serbest bıraktı ve kırk bin askerlik donanım verdi.
* İtalya ve Amerika’dan silah satın aldı. Askere ihtiyacı vardı, daha, daha da çok askere! Daha geniş halk tabakalarını askere çağırdı; adam bulmak için bütün kasaba ve köyleri taradı.
* Enver ve Cemal’le ilgili olarak yapacağı hiçbir şey yoktu. Subaylar arasındaki hizipleri ve siyaseti ezdi: Bir darbe girişimi nedeniyle yirmi beş kişiyi astırdı. Orduyu pençesine aldı; efendisini derhal tanıyan ordu, itaat etti.
* Hükümetin saygı değer bir üyesi, ona Türk hanımlarının topluluk içinde dans etmelerinin görülmemiş olduğunu söyleyince, Kuran’ı suratına fırlatıp elinde bir sopayla onu odasından kovalamıştı. Bütün tanrılara karşı alaycı olan Mustafa Kemal’in batıl inançları son derece güçlüydü. Kaderden ve talihten korkuyordu. Maskotu olarak Halide Edip’i yanına almalıydı; daha önce de sonuç vermişti. Halide Edip şimdi Konya’daydı. Ona telgrafla derhal gelmesini bildirdi. Son zamanlarda pasifist sözleriyle ve savaşın kötülüğüne ilişkin sonu gelmez tartışmalarıyla onu kızdırmıştı. Yine de onun yakınında olmasını istiyordu. Bilinmeyeni kızdıracak en ufak bir ihmal ya da hata riskini göze alamazdı.
* Muharebe saati yaklaşırken, bir savaş bildirisi yayımladı: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” 26 Ağustos sabahı saat dörtte, Türkler Afyon’a ve Yunan mevzilerinin anahtarı konumundaki Dumlupınar’a saldırdılar. Akşam olduğunda, Yunan ordusunu yarıya bölerek ve gerideki güçleriyle irtibatını keserek, büyük bir şiddetle düşmanı yarıp geçmişlerdi bile.
* Bozguna uğramış silahlı sürü, yerli Hıristiyanlarla birlik olmuş, kimi zaman geri çekilişini ört bas etmek, daha çok da kayıtsız bir öç alma duygusu ve yabanıl, yıkıcı bir nefretin etkisiyle, önlerine çıkan bütün Türkleri yaşlı, erkek, kadın, çocuk demeden öldürüyor, köyleri yakıyordu.
* On gün içinde Yunanlılar denize doğru üç yüz kilometrelik yolu aşarak gemilerine binip gittiler.
* Gördüklerinden düş kırıklığına uğradı. Karşısındaki adamlar hasta görünüşlüydü; giyinişleri görgüsüz bir gösterişi ele veriyordu. Yazgılarından dolayı söylenip duruyorlardı. Her şeyden yakınıyorlardı. Hatta bir ara birbirleriyle gürültülü bir ağız dalaşına girişmişlerdi.... ....Fakat Yunan generallerin işlerini, bir asker olarak yeterince bilmedikleri anlaşılıyordu. Kendi standardında olmayan adamlarla savaşmış olduğunu görmesi de onu düş kırıklığına uğratmıştı.
* Bir “yetenek testi” uygulamaya karar verdi. İki bin kişilik bir süvari birliğinin İngiliz hatlarına doğru ilerlemesini emretti. Süvariler sert bir şekilde durduruldular; durum ciddi görünüyordu.
* cekti. Piyadesinin silahları ters çevrilmiş halde ve dostça, barışçıl davranarak İngiliz mevzilerine doğru ilerlemelerini; eğer mümkün olursa yürüyüp geçerek İngiliz müstahkem mevkilerini işlevsiz bırakmalarını emretti. Tehlike büyüktü. Her iki tarafta da birliklerde sinirler gergindi. Bir kurşun, bir yanlış anlama, verilecek fevri bir emir savaşı başlatacak ve Türkiye İngiltere’yle
* Mudanya’da Müttefikler, Yunanlıların Trakya’dan geri döndürülmeleri ve zamanı geldiğinde İstanbul’dan ve tüm Türkiye’den ayrılmaları konusunda anlaşmaya vardılar.
* Olağanüstü saygınlığının yarattığı ışık huzmesinin ortasında, ününün doruğunda, tek başına Mustafa Kemal duruyordu. Burası kibirli yaradılışta bir insan için oldukça tehlikeli bir yerdi. Artık Türkiye’nin kabul edebileceği barış şartlarını bildirmesinin zamanı gelmişti. Bu koşullar, Misak-ı Milli’dekilerle aynıydı. Türkiye, yabancı müdahalesi olmaksızın, kendi sınırları içinde bağımsız bir egemen devlet olmalıydı.
* Fakat her ne kadar övgüye bayılıyor, bütün bu dalkavukluğu kana kana içiyor, sahnenin en ortasında kurumla geziniyor olsa da, Mustafa Kemal her zamanki akılcılığını, sağduyusunu ve berrak hedefler saptama alışkanlığını korudu. Hiçbir hayale kapılmadı. Türklerin neler yapabileceğini tam olarak biliyordu.
* gibi bir serüvene girmeyecekti. Osmanlı İmparatorluğu ölmüş ve gömülmüştü. İyi ki de ondan kurtulmuşlardı, çünkü gerçek Türklerin kemiğindeki iliği emiyordu.
* Beş yüz yıldır Türkler Irak’ta, Arabistan’da ve Afrika’da dövüşmüşler ve ölmüşlerdi; hiçbir kazançları olmaksızın Padişah tarafından arsızca sömürülmüşlerdi:
* Meclis’te de şunları söyledi: “Ben ne bütün İslam milletlerinin birliğine, hatta ne de Türk halklarının birliğine inanıyorum. Her birimiz kendi ideallerine sahip olma hakkına sahibiz, ancak, hükümetimiz gerçeklere dayanan belirli bir politika izlemeli ve bir tek amaçla, doğal şuurları içindeki milletinin bağımsızlığını ve yaşamını koruma amacıyla çalışmalıdır. Ne duygusallık ne de yanılsama, siyasamızı etkilememelidir. Düşleri ve hayaletleri bir yana bırakılım! Geçmişte bunlar bize çok pahalıya mal olmuştu.”
* “Dinlenmek mi, ne dinlenmesi?” dedi Mustafa Kemal yırtıcı bir tavırla. “Yunanlılardan sonra birbirimizle dövüşeceğiz; birbirimizi yiyeceğiz.” “Bu, gerçekten gerekiyor mu?” “Muhaliflerime ne buyrulur?” diye bağırdı Mustafa
* Saltanat Hilafet’ten ayrılmalı ve kaldırılmalıdır. Bu görüşe katılır ya da katılmazsınız, bu sizin bileceğiniz iş. Ama ne olursa olsun bu gerçekleşecektir, bu arada bazılarının kafaları kesilse dahi.”
* Padişah birkaç gün dayandı. Sonra Harrington’a bir haberci gönderdi. Bu adam, Vahdettin’in maiyetinden hâlâ güven duyduğu tek kişi olan Saray orkestrasının şefiydi. Şef, yaşlı ve sarsak biriydi, İngiliz ordusu karargâhına büyük bir gizlilik içinde gelmişti. Vahdettin herhangi bir yazılı belge vermeyi reddettiği için, elinde hiçbir şey yoktu ve Başkumandan’dan başka hiç kimseyle görüşmeyeceğini söylüyordu. Sonunda Harrington onu kabul etti. Korkudan titreyen ve kekeleyen yaşlı şef, getirdiği mesajı güç bela aktarabildi: Zat-ı Şahane, Padişah hazretleri iyi kalpli İngiliz generalinin ve İngiliz hükümetinin korumasını büyük bir arzuyla istirham etmekteydi: Zat-ı Şahaneleri, yaşamının tehlikede olduğundan emindi: Zat-ı Şahaneleri mümkün olduğu kadar çabuk kaçmaya karar vermişti. İki gün sonra İngilizlere ait bir ambulans, sarayın arka kapılarından birinin önünde durdu. Yanında oğlu, bir bavul ve bir çanta taşıyan bir harem ağası olduğu halde, Vahdettin dışarıya çıktı. O sabah hava oldukça kapalıydı ve hafif yağmur çiseliyordu.
* Kahramanları, Mustafa Kemal ister padişah ister cumhurbaşkanı olsun, barış devam ettiği, yeterli yiyecekleri, yaşayacakları ve uyuyacakları bir yerleri olduğu sürece, onlar için hiç fark etmeyecekti.
* “Beş yüz yıldır Türkiye’nin medeni ve ceza kanunlarını,” diyordu, “bir Arap şeyhinin kuralları ve teorileri ile hiçbir işe yaramaz hoca nesillerinin tefsirleri belirledi.” “Anayasanın biçimine, her Türkün yaşamının ayrıntılarına, yiyeceğine, kalkma ve yatma saatlerine, giysilerinin şekline, çocukları doğurtan ebenin işine, okulda ne öğreneceğine, geleneklerine, düşüncelerine, hatta en mahrem alışkanlıklarına dek her şeyi belirledi. Şeriat, yani bu ahlak yoksunu Arapların teolojisi, kokmuş bir İslam’ın çöldeki Bedevilere uygun olması mümkündü. Ancak, çağdaş ve ilerici bir devletin onunla hiçbir alışverişi olamazdı. “Allah’ın sözü ha!” şeriat yoktu ki. Bu, yalnızca din adamlarıyla kötü yöneticilerin halkı bağladıkları zincirlerden bir tanesiydi.
* “Dinin yardımına gereksinim duyan bir yönetici zayıf iradeli demektir. Hiç bir korkak, yönetici olamaz.” Ve hocalar! Onlardan nasıl da nefret ediyordu. Halkın nafakasını midelerine indiren tembel, aylak hocalar! Onları birer erkek gibi çalışmaları için camilerden ve tekkelerden söküp atacaktı. Sağlam bir ağaca dolanan bir sarmaşığa benzeyen şeriatı, Türkiye’nin boğazından çekip alacaktı.
* Mustafa Kemal bu konuda kuşkuluydu. İhtiyatla hareket etmesi gerekiyordu. Bir gazeteci, kendisine yeni cumhuriyetin dini olup olmayacağını sorduğunda, kesin bir cevap vermekten kaçınmıştı. Halk Fırkası’nın siyasasının genel çerçevesini hazırlarken, dinden hiç söz etmedi. Konuya ilişkin hiçbir genel tebliği yayınlamadı. Halkın bu eski bağlılığından vazgeçeceğini umarak, sırasını beklemeye karar vermişti.
* Halefi gibi sıradan bir araba kullanmak yerine, her cuma günü bir süvari bölüğünün eşliğinde Fatih Sultan Mehmet’inkine benzer beyaz bir ata binerek ihtişamla Haliç’i geçiyor, halkın tezahüratı arasında ‘Selamlık’ merasimi için Ayasofya Camii’ne gidiyordu. Üsküdar’daki büyük camiye gideceği haftalardaysa, muhteşem giysileri içinde on dört çift kürekçinin çektiği saltanat kayığında, kıyıda birikmiş büyük kalabalıkları selamlayarak, yüz milyon Müslüman’ın başkanı olduğu bilincinin yarattığı vakarla Boğaz’ı geçiyordu. Ziyaretçileri, elçileri ve diplomatik heyetleri sarayında, bir krala yakışacak debdebeyle kabul ediyordu.
* Bunu izleyen sessizlikte Mustafa Kemal onlara döndü. “Türk köylüsü yüzyıllardır hilafet uğruna, İslam uğruna, hocalar ve benzerleri uğruna savaşıp ölmedi mi?” “Artık Türkiye’nin Hintlileri ve Arapları bir yana bırakıp kendine bakmasının, onlarla ilişkiyi kesmesinin, İslam’ın önderliği rolünden kendini kurtarmasının zamanı gelmiştir. Türkiye, kendi kendine bakabilecek durumdadır. Hilafet yüzyıllardır kanımızı emmiştir.”
* İstanbul valisine gönderdiği acil talimatla Abdülmecit’in bütün o yararsız debdebesine derhal bir son verilmesini emretti; cuma namazına gitmek istiyorsa, bunu normal bir arabaya binerek yapmalıydı, muhafız birliği dağıtılacak, saltanat kayığı bir kenara bırakılacak, Halife’nin aylığı minimuma indirilecek ve taraftarlarına şehirden ayrılmaları uyarısı yapılacaktı. İstanbul’da, Ankara’daki iktidara meydan okuyacak bir dinsel lider olmamalıydı.
* “Eğer diğer Müslümanlar bize yardım ettiyse veya hâlâ yardım etmek istiyorlarsa bu, hiçbir gücü olmayan çürümüş bir leşe, Hilafet makamına sahip olmamızdan kaynaklanmamaktadır. Bunun tek nedeni, bizim, Türklerin güçlü olmamızdır.”
* Hasta ve yorgundu. Böbreklerindeki hastalık sürekli olarak nüksediyordu. Ağrıyı köreltmek için, onu hırçın ve sinirli yapan içkiye başvuruyordu.
* “Düşmanı yendim; ülkeyi fethettim; fakat halkı fethedebildim mi? Bu, en güç olanı”
* Mustafa Kemal sonuna dek içini ona dökmüştü. Ona güvenmiş, onunla dertleşmiş, onun basit, ama hikmet dolu öğütlerini dinlemişti. Kendisini eleştirmesine izin verdiği tek kişi oydu. Onu, sadece kendisi olduğu için seven tek insanın annesi olduğunu biliyordu. Başarılı olup olmamasını umursamıyordu. Çok kötü bir başarısızlığa uğrasaydı bile, onu aynı derecede sevmeye devam ederdi. Annesini özlüyordu.
* Evin düzenli yaşamı onu sinirlendiriyordu. Sürekli onunla birlikte olan kadın, onu rahatsız etmeye başlıyordu.
* Latife’nin ailesi de Ankara’ya gelmişti. Kendileri için özel haklar ve imtiyazlar talep ettiler, sonunda dayanılmaz bir yük haline geldiklerinde, Mustafa Kemal büyük bir öfkeyle onları İzmir’e geri gönderdi. Latife bu kararına karşı çıktı.
* Biri beceriksizce hazırlanan ve başarıya ulaşamayan bombalı, ikincisi de yemeğine koyulan zehir yoluyla olmak üzere onu öldürmek için iki girişim ortaya çıkarılmıştı. Zehir onu neredeyse öldürecekti; bu yüzden şiddetli acılar çekerek, büyük bir çaba sonunda yaşama dönebilmişti.
* Aslında bunun nedeni, olağanüstü tüketici bir savaşın ardından sonra kaçınılmaz olan ekonomik gerilemeydi; ancak, Mustafa Kemal’in muhalifleri, yani politikacılar ve din adamları bunu kullandılar. Hoşnutsuzluk bayrağını yükselttiler. Halkın öfkesini kışkırttılar. “Size yardım etmek için hükümet ne yapıyor?” diye soruyorlardı. “Askerleri taşımak için demiryolu mu? Ankara’yı mamur etme çabası mı? Kendilerine her şeyin en iyisini ve bol para ayırmaları, aralarında kavga etmeleri ya da atalarından kalan eski ve güzel gelenekleri değiştirmek için bildiriler yayımlayıp yasalar çıkartmaları mı? Bunların size ne yararı var?”
101. Her ikisi de askerdiler. Ekonomi veya maliye hakkında en ufak bilgileri bile yoktu. Mustafa Kemal gençliğinde Rousseau ve John Stuart Mill okumuştu, ama mali konulara ne bir eğilim ne de yakınlık duymuştu. Bu konu onu sıkıyordu. Bu konularla uğraşmayı memnuniyetle İsmet’e bırakmıştı. Ve İsmet’in konuya ilişkin bilgi ve eğilimi, Mustafa Kemal’inkinden bile daha azdı. Konuyu bir İstanbul bankasında çalışan ortalama bir Levan-
102. Muhalefet, vatan hainleri ve padişah taraftarları şeklinde adlandırılıyordu.
103. Kürtler ilkel ve aşırı derecede dindar olan yabanıl dağlılardı. Başlarında din adamları olduğu halde peygamberin yeşil sancağını açarak İslam’ı kurtarmak ve gâvur Türkleri mahvetmek üzere ilerlemeye başladılar.
104. “İçimde size karşı bir kin yok” dedi. “Siz ve efendinizi Allah lanetledi. Sizinle olan hesabımızı Kıyamet Günü’nde göreceğiz.” Mahkeme başkanı gülümsedi. Adı Ali’ydi, Kel Ali olarak tanınıyordu. Adamları darağacına yollarken yüzüne iliştirdiği tebessümüyle dikkati çekiyordu. Tipik bir Mustafa Kemal taraftarıydı: İnançsız bir adam, bir sefih, özgür düşünceli ve materyalist bir adam; ancak, bunların yanı sıra Türkiye için çalışan bir yurtseverdi de. Kürtler de memleketleri için ölüyorlardı, fakat mücadeleleri aynı zamanda din ve inanç uğrunaydı ki, bunlar yalnızca çelik gibi bir iradeyle başa çıkılabilecek, büyük ülkülerdi. Henüz yüreklerdeki duyguları tahrip edememişlerdi.
105. Türkiye’de bu hep aynı olmuştu. Ortada eğitim görmüş bir orta sınıf yoktu. Birkaç yetenekli insan dışında, bütün Türkler cahil ve böndü. Her şeyin kötü olduğu zamanlarda bile sakin sakin otururlar, hiç yakınmadan acı çekerlerdi. İspanyollar ya da İrlandalılar gibi içgüdüsel birer devrimci değillerdi. Fakat becerikli ve vicdansız liderlerce kolayca kandırılırlar ve gözleri kapalı onların ardına düşerlerdi.
106. Kel Ali, idam müzekkerelerini Çankaya’ya bizzat götürdü. Mustafa Kemal de onları bekliyordu. İdam mahkûmlarının tehlikeli olduğuna eskisinden de çok inanıyordu. Yargılamanın başından beri beraatları için pek çok yönden girişimler yapılmıştı. New York, Paris, Berlin’deki güçlü Yahudi örgütleri affedilmeleri için mektuplar ve telgraflar göndermişlerdi. Viyana ve Berlin’deki Rothchilds bankerlik kurumları da dâhil olmak üzere, bir dizi büyük finans kuruluşu, İngiliz ve Fransız hükümetleriyle her iki ülkedeki basın, Cavit’i kurtarmak üzere bütün nüfuzlarını kullanmaları için seferber etmişti. Fransız Sarraut, Cavit için kişisel bir ricada bulunmak üzere Ankara’ya gelmişti. Sarraut, Doğu Farmason Locası’nın tanınmış bir ismiydi. Mustafa Kemal’e meslekteki bir mason birader olarak başvurmuştu. Mustafa Kemal’in çekindiği tüm güçler bu komplocuların arkasında olduklarını göstermişlerdi. Haris pençeleriyle yabancı bankerler ve yabancı hükümetler, yabancılardan altın alarak el altından onun iktidarını parçalamaya çalışan gizli cemiyetler...
107. Devletteki bütün iktidar onun elinde toplanmıştı. Kendisinin yarattığı ve başkanı olduğu parti, Halk Fırkası, hem hükümeti hem de hükümetin yönetim araçlarının tamamını oluşturuyordu. En küçük köydeki en önemsiz memur ve kâtipten başvekile dek Türkiye’de makam sahibi ya da elinde iktidar bulunan herkesin parti üyesi olması gerekiyordu. Şubeleri, her önemli konuda genel merkezle temasını sürdürmek ve emirlerini yerine getirmekle birlikte, temelde hükümetin yerel dairelerine karşı sorumluydular. Askeri çizgide bir disiplin ve örgütlenme içinde ve Mustafa Kemal’e karşı tereddütsüz bir itaat halindeydiler. Mustafa Kemal bakanları fırkanın içinden seçiyordu; bir muhalefet partisi olmadığından bunlar bakandan
108. çok daimi memurlara benziyorlardı. Meclis’e girecek mebusları da fırka içinden seçmekteydi. Görünüşte, Meclis halkın özgür oylarıyla seçiliyordu. Gerçekteyse, muhalefet adaylarının katılmasına izin verilmiyor, böylece sadece Mustafa Kemal’in onayladığı kişiler seçilmiş oluyordu.
109. “Ancak kılıçlı el, hükümdar asasını tutabilir,” şeklindeki Tatar atasözünü
110. “Devrimler dökülen kanlar üzerinde yükselmelidir,” dedi. “Dökülen kanlar üzerinde temellenmeyen bir devrim, kalıcı olmayacaktır.” Nurettin Paşa’yı Meclis’ten ihraç etti. Ülkenin dört bir yanına askeri birliklerle beraber İstiklal Mahkemeleri gönderdi. Bunlar yüzlerce Türk’ü astı, kurşuna dizdi ve dayak cezasına çarptırdı.
111. Bundan başka derviş tarikatları ve tekkeler vardı. Bunlar gitmeliydi. Bütün zengin mülkler ve toprak onlara aitti. Bunlar çekirgeydi; üretken bir toplumun sırtında yük olan tembel kişilerdi. Her şeyden tehlikeli olanı da herhangi bir irtica hareketinin belkemiğini oluşturma ihtimali olmasıydı; Kürt ayaklanmasıyla olan bağlantıları biliniyordu.
112. “Türkiye, Türklerindir.”
113. tokalaşma eski üçlü temennanın yerini aldı.
114. Bu çiftlik, yaşamının tadıydı. Onun için son model makineleri, en iyi, ödüllü boğaları ve domuzları, hayvan yemlerini ve gübreyi getirtiyordu. Toprak sahibi bir soylu rolünden çok büyük tat alıyordu. Fakat aslında örnek çiftliğin ötesinde, üzeri ekinlerle kaplı verimli bir toprak, tarımla refaha ulaşan Türkiye hayalini görüyordu. Kooperatiflerin, köylülere borç verecek tarımsal bankaların kurulması, tohumların dağıtılması için emirler verdi. Sulama projeleri, yeni yollar, yeni demiryolları ve en yeni makinelerin tanıtıldığı sergiler yapılmasını planladı. Çok değişmişti. Daha azametli ve can sıkıcı olmuştu. Bütün hatalarına ve egoizmine karşın, bu adam bir yurtseverdi. Söylediklerinin ve yaptıklarının çoğu man-
115. tıksız, gerçek dışı, hatta aptallığa varacak bir manasızlıktaydı, ama eserine ve bunun başarısına ihtirasla inanmaktaydı. Fakat paranın olmayışı, halkının ataleti, onların açlıktan ölme sınırından biraz yukarda sefalet içinde yaşamalarına yol açan yoksulluğu, onu durduran etkenlerdi. Örnek çiftliğinde her şeyi istediği gibi tasarlayıp yaratabiliyor ve kendisi başardığı an bütün Türkiye’nin bir gün ulaşacağı sınırı gözleyebiliyordu.
116. Türkler incelikten uzak şarklılardı ve Mustafa Kemal’i çok iyi anlıyorlardı. O, kendilerinin ideal li-
117. deriydi; zalim, sefih, kaba ve kinci olabilirdi, ama bütün bunlara rağmen o güçlü ve kararlıydı; o, bir askerhükümdar ve fatihti. Temel kusuru, bütün ulusun kusuruyla aynıydı. Zamparalık, her zaman atalarının en eski iftihar vesilelerinden biri olmuştu. Onun bu gürbüz, erkekçe kusurunu, kılıbıkça erdemlere tercih ederlerdi.
118. Büyük bir titizlikle Batı dillerinin alfabelerini inceledi: 1924’de Bakû’deki bir konferansta Sovyet Cumhuriyetleri, Orta Asya’daki tüm Tatarların kullanması için Latin alfabesini benimsemişti. Mustafa Kemal onların sistemini öğrendi. Dil uzmanı profesörleri getirtti ve onlarla birlikte Türkiye’nin ihtiyaçlarına uygun, Latin harflerinden oluşan bir alfabe hazırladı. Mustafa Kemal, bu harfler üzerinde ustalaşıncaya değin, her gün
H. C. Armstrong - Bozkurt
***