Temelelektronik.info

Bilgiler > Neyzen Tevfik Anektod



Neyzen Tevfik Anektod

rivayete gore yine cok sarhos oldugu bir gece rastladigi gece bekcisine sorar:

-evladim neyzen tevfik'in barakasini ariyodum?
+ama..ama...neyzen tevfik sizsiniz?!?!
-sana neyzen tevfik'i soran kim bre deyyus, evini sordum evini.!

NEYZEN TEVFİK'İN HAYATI

14 haziran 1879 tarihinde bafra’lı kolaylıoğulları’ndan bir imam çocuğu olan hafız hasan fehmi bey ile bolu’nun müstakimler nahiyesi’nden abdurrahman kızı emine hanım’ın oğlu olarak babasının ilk görev yeri bodrum’da dünyaya gelmiştir. kendi ifadesiyle “dünyaya geldiğim zaman, birisi çıkıp da kulağıma yeryüzünde beni bekleyen âkibeleri 
fısıldamış olsaydı, belki derhal dönmeye yeltenir, fakat aynı zamanda iki tesir altında bundan vazgeçerdim. birisi anamın ve babamın güzel yüzlerindeki riyasız, mâsum insanlık ifadesi, ikincisi de ege denizi’nin, doğduğum andan 
itibaren bütün hayatımda ruhumu kucaklayan nazlı feşafeşli yeşil enginliği” diyerek doğumundan söz eden neyzenin 
babası o yıllarda bodrum rüştiye mektebi’nin başöğretmenidir. müzikten anlar, nükteci, sanatsever ve kültürlü bir 
hocadır o’nun babası. güçlü bir belleğe sahiptir. çünkü bir gecede kur’anı iki kez hatmetmiş ve şeyhülislam hafız necip efendi’den icazet bile almıştır. ancak zamanın mektep hocaları gibi yobaz mollalardan değildir hasan fehmi bey. zaten öyle olmadığından da evlerinin çevresi hafiyelerle doludur.

neyzen’in neyle ilk tanışması yedi yaşındayken mektebe başlamadan bir ay önce olur. bu tanışmayı şöyle anlatır:
“henüz yedi yaşındaydım. bir yaz gecesi akşam yemeğinden sonra babamla beraber tepecik kahvesi denilen ve bodrum âyanının toplantı yeri olan deniz kenarındaki kır kahvesine gitmiştik. burası etrafı gemi payandaları ile çevrilmiş ve kaba hasırlarla döşenmiş bir meydancıktı. içlerinde son asrın osmanlı donanmasında çalışmış denizciler burada buluşur, ege enginlerinde mehtabın pırıltılarını seyrede ede konuşur, gülüşürlerdi.

o gece, deniz ayın gümüşten ışıkları ile pırıl pırıl pırıldadığı gece bir aralık, oturduğumuz yere yaklaşan iki gölge -yüzlerinde aşkı hüda parlayan iki hayal-i garip- hazirunu selamlayarak bir köşeye oturdular. bunlardan biri biraz sonra koynundan uzun bir şey çıkardı ve “ya destur” dedikten sonra üflemeye başladı. yanındaki arkadaşı da yanık ve güzel sesi ile ara sıra gazel okuyordu.

ben babamın dizinin dibinde çocuk ruhumun olanca kudretiyle dikkat kesilmiş, bu düdüğü dinliyordum. dinledikçe de –allahü âlem- bir daha aslıma rücû etmemek üzere kendimden geçmiştim. o gece ege denizi’nin cavidani dekoru içinde benliğimi saran o lahuti sestir ki beni bugünkü derbeder, ne aradığını, ne istediği bilinmez, bazen eflatun kadar akıllı, çok kere de tımarhaneye iltica edecek kadar bedmest neyzen tevfik yaptı”

o gece neyzen kararını vermişti. ney üflemeyi öğrenecekti. oysa o yaşına gelinceye kadar neler öğrenmemişti ki? terzilik, demircilik, balıkçılık, kalaycılık, kunduracılık, avcılık, daha neler neler. şimdi de neyzenlik. bunu babasına sorduğunda babası kaşlarını çattı ve önce mektebe gidip okuması gerektiğini söyledi. ama neyzen bu konuşmanın ardından hemen dışarı çıktı bahçeden kestiği bir kamış parçasına sigara kağıdı bağlayarak onu üflemeye başladı. bunu duyan babası vakit kaybetmeden neyzen’i ölesiye korktuğu mektebe götürmüştü. hocası mehmet efendi öğrencileri falakaya yatırmasıyla tanınmıştı. hocası neyzen’in babasından korktuğu için o’nu hiç falakaya yatırmamıştı ancak o yaşta diğer öğrencilerin dövüldüğünü görmesi o’nda büyük etki yaratmıştı. her gece rüyasında mehmet hoca’yı görür olmuştu.

yine o günlerde korkunç bir tesadüf kendi tabiri ile akıl tahtalarını bağlayan çivilerin birinin yerinden fırlamasına sebep olmuş ve bu olay, çok otoriter- mutaassıp bir zat olan babasının baskısını gevşetmesine, annesinin de bütün ömrü sonsuz bir şefkatle oğlunu kendi havasına terk etmesine kâfi gelmişti. bu önemli olayı yine neyzen anlatıyor:

“babamın okuyup adam olmam hakkındaki emelleri, benim kabiliyetsizliğimden ziyade kader denilen nesnenin ben daha küçükken, evvela şuurumun bir burcunu yıkmak, daha sonraları da muhtelif sebep ve tesirler altında ruhuma derbederliği aşılamak sureti ile oynadığı oyunla daha başlangıçta akamete uğramıştı. henüz mektebe yeni başlamıştım, bir akşam paydos olmuş, ben babamla beraber eve gitmek üzere yola düzülmüştüm. tam çarşı hizalarına geldiğimiz sırada uzaktan akseden davul, zurna sesleri ile durakladık, ben daha o yaşta bile musikinin meclûbu, çılgınca zebunu idim. babamı elinden çekerek çalgı sesinin geldiği tarafa doğru adeta sürüklüyordum. nihayet alayın ucu köşkiçi meydanında göründü. biraz daha yaklaşınca zurna ve lavutaların âhengine tempo tutan davul tokmakları anki hep birden kafama inmeye başlamıştı. yaklaşan kalabalığın ellerinde on, on beş sırık, sırıkların ucunda da kesik insan kafaları vardı. gözlerim dehşetle yuvalarında fırlamış ve ben çığlığı basmıştım. şaşıran babam, güya o feci manzarayı bana daha fazla göstermemek için önünde bulunduğumuz demirci dükkânının içine dalıvermişti. halbuki olan olmuş ve çocuk ruhumda müthiş bir kasırga kopmuştu. eve dinmeyen titremeler içinde getirildim ve bir çok korku ilâçlarından geçirildim. fakat heyhat, şuurumun bir burcu göçmüş, akıl tahtamın bir çivisi demirci dükkânında düşüp kaybolmuştu.”

bu olaydan sonra annesi neyzen’i babasının karşı çıkmalarına rağmen hacılara, hocalara götürmeye başladı. ancak hiçbiri fayda etmiyor, neyzen kâbuslardan kurtulamıyordu.

yine o yıllarda gezgin saz şairlerinden “leyla ile mecnun”, “tahir ile zühre”, “arzu ile kamber”, “ferhat ile şirin”... gibi halk hikayelerini dinleyen küçük tevfik’te şiir ilgisi de başlamıştır.
1892 yılında babasının tayinin urla’ya çıkması ile urla’ya göçmüşlerdir.

urla’da kendini tamamen neyine vermişti neyzen. çünkü ne zaman karabasanlar görse, rüyasında mehmet hoca’yı sopasıyla görse uyanıp yavaşça neyini üflemesi rahatlamasına yetiyordu. böyle böyle nöbetler giderek azaldı. ancak henüz evin dışına çıkacak kadar değildi. bir gün biraz olsun evden çıkması gerektiğini düşünen annesi o’nu çarşıya gönderdi. çarşıda bir berber dükkanının önünden geçerken işittiği ney sesi, onu ilk hocası berber kazım ağa ile karşılaştırmış ve bütün hayatına yön veren ilk ciddi adımını –neyzenliğe doğru- urla’da atmıştır. aynı günlerde, 1893 yılı temmuz ayının 31. günü, ilk sar’a nöbetini geçirir. başvurulan doktorlardan olumlu bir sonuç alınamayınca, annesi ile istanbul’a gönderilir. istanbul’da doktordan doktora taşınır. sonunda pepo adlı bir doktor hastalığını kontrol altına almayı başarır. gerekli ilaçları verdikten sonra, bir de öneride bulunur: üzerine gidilmemesini ve en çok hoşlandığı şey ne ise, onunla uğraşmasına izin verilmesini söyler. öyle de olur. öğrenimine ara verir; gönlünce gezip tozmaya ve neyi ile ilgilenmeye başlar.

geleceğinden kaygılanan babası o’nu izmir idadisi’ne verir. neyzen şöyle anlatıyor:
“babam son bir ümitle beni o zaman yeni açılan izmir idadisi'ne leylî olarak yazdırdı. daha sınıfın kapısında girip bir sürü kalabalıkla karşılaşır karşılaşmaz, kendimi koyun ağılına kapatılmak istenilen bir boğa durumunda görmüştüm. dört duvar arasında ve bu kalabalık içinde kapalı kalmak benim, mevcudiyetimi duyduğum andan beri ege denizinin enginlerinde, urfa'nın dağ ve kırlarında başı boş, kayıtsız yaşamağa alışmış ruhum için, dayanılmaz bir eza hükmünde idi. ben buna katlanmak istesem bile, ruhum isyan edecekti. nitekim çok sürmedi (sar'a nöbeti) şeklinde kendini gösteren bu isyan tekerrür ede ede müdürü de, hocaları da, arkadaşlarımı da bıktırmış ve bir ay içerisinde beni mektepten kapı dışarı ettirmişti. maamafih ben bu akibetten müteessir olmamış değildim. kolumun altında, bir kerecik olsun açmaya vakit bulamadığım zavallı kitaplarımla eve döndüğüm zaman anacığımla beraber ben de ağlamıştım. fakat döktüğüm o göz yaşlan, mektepten çıkarılmış olmaktan ziyade, ana ve babacığımın okuyup adam olmamam hakkındaki son ümitlerini de suya düşürmüş bulunmaktan mütevellit çok içli bir teessür nişanesiydi.”

bundan sonra neyzen evden kaçarak hayata ilk macera adımını atmış ceketinin altında sakladığı neyi ile izmir mevlevihanesi’nin yolunu tutmuştur.mevlevihanede merdiven ayağına ilişerek şeyh nurettin hazretlerinin karşısında kendi deyimi ile “korka korka üflediği “hicaz peşrevi”” ile sınavı kazanmış, şeyhin emri ile kardeşi neyzenbaşı ve üstad cemal bey o günden itibaren küçük neyzen’in hocalığına verilmiştir. böylece hayatında yeni bir dönem başlar onun. artık o, izmir mevlevihanesi’nin gönüllü çömezi ve neyzen cemal beyin çalışkan bir talebesidir.

o yılların izmir’i sürgün yeridir. istibdat yönetimi rahatsızlık duyduğu aydınları oraya gönderir. izmir mevlevihanesi’de onların uğrak, dahası toplanma yeri gibidir. tanınmış bütün edipler, şairler ve en önemli âlimler her pazar ayinden sonra şeyhin kardeşi cemal beyin dairesinde toplanmakta ve devrin saz ve ses üstatlarının da katılmasıyla eşsiz meclisler kurulmaktadır. neyzen tevfik burada tokadizade şekip, bıçakçızade hakkı, tevfik nevzad, abdülhalim memduh, armenaklı hasan rüşdü hoca, bektaşi şeyhi ruhi bey, saz üstadı santo, tanburi ali efendi, kemani yaşuva, salamon elgazi... gibi ülkenin seçkin aydınları ile tanışır. ney yeteneği ve sevimliliği ile kısa sürede onların dostu olur. bir taraftan edebiyat sohbetleri, okunan şiirler, istibdat aleyhindeki hicivler beynine kazınırken, diğer yandan da başta hocası cemal bey olmak üzere musiki üstatlarının verdiği ziyafetlerle kulağını ve ruhunu doldurmuş, üç sene zarfında kapabildiği şeyleri sanki yutmuştur. şair eşref’in hicivlerini tekrarlaya tekrarlaya da özgürlük aşıklığı- istibdat düşmanlığı varlığına büsbütün sinmiştir. fırsat buldukça bu insanların hepsinden bir marifet kapmakta özellikle ermanaklı hasan rüştü hocadan türkçe, arapça ve farsça dersleri almaktadır. maddi manevi olgunlaşmalarla geçen bu üç yıl sonlarına doğru, tam “büyüklerin küçük dostu” unvanına erişmişken babası karşısına dikilerek onu istanbul'a (medrese tahsili için) göndermek fikrinde karar kılmıştır. babasını çok sayan, onu ikna edemeyen ve nihayet (sırtında latası bir cübbe, başında ince burma bir sarık, öne doğru yan kondurulmuş koyu renkli fesinin kenarına kıvrılmış kıvır kıvır saçları ile 19 yaşında kara yağız bir delikanlı) olarak istanbul rıhtımına ayak basmak zorunda kalmıştır. yanında bir yığın tavsiye mektubu vardır. bunların çoğu mevlevihaneden verilmiş ve bilhassa şeyh nureddin hazretleri, istanbul'da mevcut bütün mevlevihane şeyhlerine onu “değerli bir neyzen, sadık bir muhip” olarak takdim etmiştir. fakat o, öncelikle babasının verdiği mektubu “fethiye medresesinde müderris ulemayı benamdan fazılı muhterem musa kâzım efendi” hazretlerine götürmek zorundadır. nitekim öyle yapmış ve hemen o gün fethiye medresesindeki mollalar arasında bir odaya yerleştirilmiştir. medrese hayatına, ilk görüşle, asla uyum sağlayamayacağını anlamış ve ertesi günden itibaren yenikapı, galata mevlevihanelerinde izmirde bıraktığı havayı solumaya koşmuştur. galata mevlevihanesinde tanıdığı ve halâ “hayatımda dinlediğim en güzel, en üstat ses” diye bahsettiği bursalı hafız emin, ona istanbul'a ayak bastığının üçüncü günü bugün tarihe karışmış bulunan fatih camiin sırasındaki kahvelerde her akşam üstü “ziraat nezareti umuru baytariye başkâtibi akif bey” diye o zaman 28 - 30 yaşlarında güzel yüzlü bir zat tanıtmıştır. bu, meşhur ve mağfur, istiklâl marşımızın büyük şairi, mehmet akif'tir. bir iki saatlik konuşma, sonsuz bir sevgi ve dostlukla bağlanmalarına yeterli olmuş ve yeni evli olmasına rağmen koca şair, neyzeni hemen o akşam evine misafir götürmüştür.

1900 yılında, gramofon ticaretini ilk yapanlardan “gülistan plâk mağazası sahibi hâfız âşir bey”le başarısız bir plak doldurma girişimi olur. başarısızlığın nedeni neyzen’in aşırı içkili olmasıdır. ama plaklar yine de basılıp piyasaya verilmiştir. (1949’da yayımlanan azab-ı mukaddes’e yazdığı önsözde belirttiğine göre de, “yüze yakın plak” doldurmuştur.)

1901 yılında medreseden setre pantalon giyiyor, sarık ve cübbe taşımıyor diye, mevlevihaneden de, namaz kılmadığı ve abdest almadan âyine katıldığı iddiası ile jurnal edilerek atılan hayâl kırıcı anlarda akif’in müşfik sevgisinden kuvvet almış ve henüz çok genç olmasına rağmen istanbul'un tanınmış birçok fikir adamıyla tanışmasına, saz; ve ses üstatları ile buluşup görüşmesine, damat ve sultan saraylarına, valdepaşanın saraylarına girip çıkmasına hep (mehmet akif) önderlik etmiştir. kısa zamanda hersekli arif hikmetler, ibnilemin mahmut kemaller, şair halil edipler neyzenin başdostları olmuş ve tevfik fikret, uşşakîzade, ahmet rasimler, hacı arif, tanburî cemil beylerle meşhur kemençeci vasil, udî nevresle de tanışmıştı. sultan v.mehmet reşat, hidiv abbas hilmi paşa, sadrazam sait halim paşa, kardeşi abbas halim paşa, ii. abdülhamit’in kızı zekiye sultan, damadı gazi osman paşa’nın oğlu nurettin beyîn de beğenisini kazanmıştı.

daha önce medreseden nefret etmiş olmasına rağmen, musa kâzım efendinin derslerine devamı bırakmamış ve o zamanın ünlü ulemasından şeyh vasfi, mustafa hayri ve nasuhizade gibi kişilere de sokulmayı ihmal etmemiştir. çukurçeşme’de “babil kulesi” adını verdiği ali bey hanı’nda bir odası olmakla beraber hemen her gece bir davette zamanın en meşhur musikişinasları ile bir arada ney üflemektedir. bebek’te ve kuruçeşme’deki saraylar, yıldız civarında istanbul tarafındaki bir çok konaklar ona kapılarını açmış ve şöhreti adamakıllı yayılmıştır. fakat o yukarda isimlerini saydığımız kişilerin özel toplantılarını daha çok tercih etmekte ve akif’le beraber daha çok buralara gitmektedir. çünkü orada ruhunun hürriyet aşk ihtiyacını tatmine, istibdat aleyhinde konuşmaya daha fazla imkân olduğu için memnundur. istanbul'a geldikten ve istibdat idaresini yakından gördükten sonra zaptedilmez bir hürriyet aşığıı olmuş, saltanat idaresine büsbütün düşman kesilmiştir. şehzadebaşı’ndaki iki çayhane ile sirkecideki güneş kıraathanesi de bu sebeple başlıca devam ettiği yerlerdir. bilhassa güneş kıraathanesinde tıbbiyeli gençlerden mefkure arkadaşları, tokadî zade şekib'in müritleri, babanzade naim, müstecabîzade ismet, izmir’li ahmet cemil, yunus nadi, giresun’lu şair hamdi, filibelizade nizami, fehmi ve yusuf cevat gibi değerli ve hürriyetperver dostları vardır. pervasız konuşmaları, dilinden düşürmediği hicivleriyle daima aranıp sevilmekte, o da buralarda istediği gibi içini dökmektedir, istibdat aleyhindeki atıp tutmaları artık onda bağımlılık yaratmış ve neticede saraya mensup çevrede de, ağızdan fırlayan sözler yüzünden mimlenmiştir. kendisini sevenlerin, bilhassa hocası arifin biraz dilini tutması yolundaki ikaz ve ihtarlarına rağmen, - hele kafayı çektiği zamanlar- ulu orta konuşmakta devam etmesi neticesinde, bir gün tevkif edilmiş ve zaptiye nezareti’nde hayli sıkıntılı sorgu sualler arasında daha önce tam 35 kez jurnal edilmiş olduğunu öğrenir.

bu karanlık mevkufiyetten kurtulduktan sonra, onu galata ve beyoğlu'nun dar ve karanlık sokaklarında derbeder ve sermest dolaşırken görüyoruz. artık istibdat zabıtası tarafından tanınmış olduğu için münevver dostlarına zararı dokunmaktan korkmakta ve onların muhitine sokulmamaktadır. çok geçmeden bu başıboş halinden, süflî muhitlerden, serseriyane yaşamaktan da bıkmış ve sonunda istanbul'dan kaçmaya karar vermişti. bunu da yine kendisi anlatıyor:

“artık benim için bu şehirde kalmaya imkân ve sebep kalmamıştı. uzaklaşmaya mecbur edildiğim şiir ve edep mahfellerinden serseriler âlemine karışmış, fakat orada da rahat edememiştim. zaten son zamanlarda benimsediğim o süfli ve derbeder hayat o zaman, kahırla ızdırap ve elemle içme daldığım çıkmaz bir yoldu. devrin istibdadına karşı duyduğum gayz ve nefret; aziz ve sevgili arkadaşlarımdan uzak durmak mecburiyeti karşısında; büsbütün artmış ve beni o çıkmaz yola atmıştı.. ruhumda duyduğum hüsran ve isyan hislerinin şevki ile girdiğim yol; beni esasen hedefime ulaştıramazdı. ben yaradılışımın meyelânına uygun hür, serazat, hudutsuz bir ufka muhtaçtım. bu ufuksa herhalde galata ve beyoğlu'nun dar ve karanlık ve mülevves sokaklarında karşıma çıkamazdı. aradığım ışığı olsa olsa afrika'nın uçsuz bucaksız çöllerinde bulabilirdim. bunun için istanbul'dan kaçarak mısır'a gitmeye karar verdim ve 1319 (1902) senesi kânunusanisinin (ocak) 13'ncü perşembe günü mesajeri vapurunun güvertesine postumu serdim. içinde dört yıl geçirdiğim koca istanbul; o sabah da sisine bürünmüş; için için ağlıyor gibiydi. yahut halime kıs kıs gülüyordu da ben gözlerimi perdeleyen iki damla yaş arasında onu ağlar görüyordum.”

vapur marmara'nın koynunda enginlere süzülürken neyzen'in hayalinde zekiye sultan, damat nurettin paşa sarayları’nda geçirdiği şahane gün ve gecelerden sayısız ekâbir konaklarındaki cümbüş ve ahenklerden ziyade, daha evvel isimlerini saydığımız aziz dostların hayalini, izlerini görüyoruz.

mısır'da yedi sene maceradan maceraya sürüklenen neyzen; kâh saraylara girip çıkarak, kâh kendi tabirince havalanıp en yüksek şahikalardan yer altında haşhaş kokulu esrar bodrumlarında yuvarlanarak tamamen serazat bir hayat yaşıyor; bazen emrinde köleler, zengin konaklarında kuş tüyü karyolalarında, bazen de iskenderiye'deki eski kalenin bir burcunda fakir ölüleri sarmaya mahsus kaba hasır üstünde yatmaktadır. prens ve prenses saraylarında olduğu kadar, serseriler âleminde de meşhur olmuştur. mısır asilzadelerine refakat, memleketten oraya kaçmış bir çok tanınmış hürriyetperver türklerle arkadaşlık ettiği gibi azılı sabıkalılarla da düşüp kalkmaktadır. bu arada özbekiye saz bahçesi’nde çalarken plak da doldurmuş, jön türklerle ilgili.bir dost toplantısında sarhoşlukla tabancasını ateşlediği ve duruşmada yargıca “haksızlık yapıyorsunuz” dediği için altı ay hapse mahkum edilmiş, ancak yaptığı itiraz kabul edildiği için bir buçuk ay yatıp çıkmış, feride adlı lübnanlı bir bar yıldızıyla iki ay birlikte yaşıyor.

böylece akla hayale gelmez maceralar yaşayan neyzen bu arada “camiülezher” de ders almayı, mısır'ın yüksek sazendelerine ders vermeği de ihmal etmiyor. artık mısır'da yaşamaktan da usanmış, vatan gözlerinde tütmeye başlamıştı. bu hislerle kabına sığmamaktadır. kahire’ye dönüyor ve bir kahvede asılı olan sultan hamid'in cansız portresinin ağzına bir sigara yerleştiriyor. hidiv aleyhinde eşrefin yazdığı bir hicviyeyi gazetecilere okuyor. kendisinden istenilen aleyhte bir yazıyı da on mısır lirası mukabili yazıp imza ediyor. şimdi mısır zabıtası tarafından da yakalanmak üzeredir. aklına kahire'ye üç saat mesafedeki “kaygısız sultan mağarası” geliyor. burada bir bektaşi tekkesi vardır, hemen yola çıkıyor. şeyh arnavut lütfi baba; bu istanbul'lu misafiri hoş karşılıyor. hele akşam demlenirken üflediği ney, itibarını derhal ve büsbütün arttırıyor. fakat o teşhis edilip yakalanmaktan korktuğu için gündüzleri tekkeden çıkıp akşamleyin kararırken dönmektedir. bunu da enteresan bir hikayesi ile beraber kendisi anlatıyor :

“gerçi bu dağ ve orman gezintisi benim için güç olmuyor değildi. çünkü oruç tutmak zorunda kalıyor, tekkeye dönüp meydan kuruluncaya kadar, ağzıma bir lokma ekmek koyamıyordum. henüz nim resmî bir durumda olduğum için, sabahları çıkarken kimseden kumanya istemezdim, istesem, derhal, saklambaç oynadığım anlaşılacak ve haklı olarak yakamda bityeniği açılacaktı. şüphe ve hesap vermektense oruçlu gezmek daha iyiydi. zaten ben de öyle yapıyordum ama aksi gibi günler de uzundu. ve bu sahursuz, niyetsiz; oruç, beni fena sarsıyordu. saklanmaktan da aç gezmekten de bıktığım sıralarda bir, gün, mutat gezintiyi bitirmiş, koruda yorgun argın tekkenin arka cephesine nazır bir ağaç altına uzanır gibi oturmuştum. vakit ikindiye yakındı ve yemeğe bir hayli zaman vardı. bir aralık karşımda bir köpek peyda oldu. uzandığım yerden şöyle bir doğruldum, evet, yanılmıyordum; köpeğin ağzında kocaman bir parça ekmek vardı ve yan gözle bana bakarak duruyordu. sesime mümkün olduğu kadar tatlı bir ahenk vermeye çalışarak gel, kuçu kuçu vezninde:

— taal taal demeye başladım. bir elimle de, daha güzel bir şey verecek misim gibi parmak çakırdatıyor, niyazkâr iğfalkâr “taal”lere sesimin en muhis ahengiyle devam ediyordum. nihayet, zavallı hayvancık davetimdeki zalimane maksadı örten samimî edaya aldanmış, mahut yandan çarklı vapurların iskeleye yanaşması gibi ağzında ekmek yan yan yaklaşmaya başlamıştı. sıçrama menziline sokulur sokulmaz, beşer cibilliyetinin bariz vasıflarından biri olan haksız bir hamle ile üstüne atıldım. atılmamla beraber zavallı köpek, korkudan ekmeği bırakmış, beş metre ileri fırlamıştı. kuyruğu kısık, yan gözle bana bakıyordu. ekmeği düşürdüğü yerden aldım. dişlediği kısmı koparıp yanıma koyarak, üst tarafını yemeye başladım. o esnada hafiften mi, köpekten mi geldiğini anlayamadığım bersani bir seda; kulağıma akseden bir ses işittim:

— allah belanı versin herif. bu ne insanlık. hem iki ayakla geziyorsun, hem köpeğin ağzından ekmek kapıyorsun. allah’ın tekrim ettiği edepsiz; diyordu. buna rağmen ben, saygısızlığımı devam ettirerek; bir taraftan da ileri sürdüğüm hissesini gösterip, ona:

— « gel sen de ye » diyordum. yerinden kıpırdamadığını görünce yalvarmaya, gönlünü almak için ne kadar maruzat arzetmek mümkünse sıralamaya koyuldum. nihayet yavaş yavaş yanıma geldi. bu gelişte yalvarışımın tesirinden ziyade muhakkak ki bana kıymet vermemesi, beni de kendisinden farksız görmesi âmil olmuştu. kısmetine ortak çıkışımdaki lâubalilikten o da cesaret almış ve bir kapıyoldaşı teklifsizliğiyle gelip ayırdığım hissesini yemeğe başlamıştı. ekmeklerimiz bitince karşılıklı uzandık. aramızda gizli bir dostluk başlamış gibiydi. dergâha dönmek için yerimden kalkınca o da kalktı ve peşime takıldı. demek ki tahminim doğruydu. bana darılmamış. ekmeğine ortak oluşumdan mütevellit ruhî yakınlık, âşinâ bir dostluğa inkilâp edivermişti. beynimizde teessüs eden bu ani arkadaşlığa daha çok kıymet vermiş olmak için:

— gel bakalım, « çakar almaz » - dedim ben nereye sen de oraya.. bu suretle ismi de konmuş ve hitabımdan anlamış gibi, yanıma daha çok sokulmuştu.”

onu neyzenin yanında gören şeyh'in emir ve müsaadesi ile tekkeye yerleşen (çakar almaz) mutfak artıkları ile beslenerek gelişip güzelleşiyor. zeki ve cins bir mahlûk olduğunu, pek çabuk terbiye olması ile efendisi ile iş birliği yapacak kadar feraset göstermesi ile ispat ediyor.

tekkeden ayrıldıkları gün, neyzen onu, civarda çiftlik sahibi bir fellaha 10 mısır lirasına satmış, fakat o arabın yedeğinde çiftliğe götürülürken ipini kopararak kahire yakınlarında neyzen'e tekrar ulaşmıştır. mısır'dan ayrılacakları güne kadar tam dört kere tekrarlanan bu “manitacılık” üstadın çok işine yaramış, hattâ son satıştan vurdukları 25 mısır lirası ikisinin vapur parasını sağlamıştır.

neyzen, kaygısız sultan tekkesinden kahireye döndükten pek az sonra memlekette “hürriyet” ilân edilmiş ve mısır görülmemiş bir coşku içinde bayram yapmaya başlamıştı. vatana dönmek için üstad, hocası şair eşrefi göreceğini ummaktadır. halbuki o, bir meyhanedeki köşesine çekilmiş, sokaklardaki coşkuya lakayt demlenmektedir. neyzenin sonsuz bir heyecan içinde:

— hadi, ne oturuyorsun, gitmiyor muyuz? sualine sadece: «hayır» demekle iktifa edişi ve sonra mevzu ile hiç münasebeti olmayan:

— sen kedi ile fare hikâyesini bilir misin? diye bir sual soruşu, üstadı fena halde şaşırtmıştı. bunu da neyzenden dinleyelim:

“merhumun bu suali karşısında âdeta sinirlenmiştim. fakat kendisine olan derin sevgi ve saygım ters bir cevap vermeme mâni idi. bir kaç (kedi-fare) hikâyesi bilirdim. lâkin bunu ondan dinlemek ve bu arada maksadını öğrenmek için: 

— hayır, bilmiyorum, dedim. koca eşref, yüzünde, belli belirsiz tebessüm, elini kadehe uzattı, rakısından bir yudum çekti. biraz da meze aldı, sonra başını kaldırarak, ağır ağır anlatmaya başladı:

— kedinin biri, odanın ortasına kurulmuş, bermutat uyuklar gibi görünerek, duyduğu tıkırtıya kulak kabartmış. kenardaki deliklerden birinde küçük bir fındık sıçanı da, başını uzatıp çekerek, etrafa bakınmış. kedi bakmış ki, uyuklar gibi görünmek, farenin oradan çıkmasına kâfi gelmiyecek; konuşmaya mecbur olmuş:

— hadi, hadi, demiş, oradan korka korka başını çıkarıp durma, acıdım sana. o delikten çık, şu deliğe gir. içerde kelle kelle kaşarlar, bir anbar da buğday var. afiyetle yer, sağlığıma dua edersin. bir müddet yine uyuklar gibi bekledikten sonra bakmış ki berikinde yine hareket yok:

— ne duruyorsun, dediğimi yapsana! fare ezile büzüle cevap vermiş:

— kusura bakma ama yapamıyacağım.

— neden? demiş kedi.

fare şu cevabı vermiş:

— bana o delikten çık, şu deliğe gir. kaşar peyniri, buğday var, afiyetle ye diyorsun, bakıyorum teklifin küçük, nimet büyük. bu işte mutlaka bir bokluk var.

eşref bu hikayesiyle, sultan hamidin böyle kolay kolay meşrutiyet idaresi kabul edeceğine inanmadığını, altından mutlaka bir çapanoğlu çıkacağını anlatmak istemişti. üstadın tecrübesi muhakkak ki benden fazla ve bu tarzda düşünüşü ihtimal ki haklı idi. fakat ben o kadar aşkın ve taşkın bir sevinç içindeydim. vatanı o kadar özlemiştim ki, fare kadar bile düşünemezdim. hocama:

— peki sen sonra gel, ben ilk vasıta ile gidiyorum, dedim, elini öperek yanından ayrıldım.

mısırda son günlerini, meyhaneden meyhaneye dolaşıp dostlarımla beraber «hürriyeti tes'id» etmekle geçiriyordum. bu bayram şenliği için lüzumlu akçeyi yine “çakaralmaz”ın hizmetiyle sağlamış, onu üçüncü defa olarak kasap süleyman isminde bir zata yine 10 mısır lirasına satarak, hürriyet şerefine kadeh kaldırmak zevkinden mahrum kalmamıştım. fakat şimdi, vatana dönmek için yol parası bende ise bermutad metelik yoktu. bir gece bizimkilerin toplantı merkezi olan istanbul gazinosunda oturmuş, dostlarla yarenliğe koyulmuştum. fakat zihnim hep “harcırah meselesiyle” meşguldü. zavallı kasap süleymana ancak 48 saat tesahup zevkini tattırarak yine kaçan “çakar almaz” da oturduğum masanın biraz ilersinde neş'e ve inşirahımdan hisseyab olur gibi tatlı tatlı şekerleme yapmakla meşguldü, bir aralık yattığı yerden birden bire fırlaması ile bacaklarımın arasından süzülerek arkadaki kanapenin arkasına girmesi bir oldu. bu anî kaçış ve saklanışın elbetteki bir sebebi olacaktı? fazla aranmama lüzum kalmadı. gazinodan içeri kasap süleyman girmiş ve bizim manitacı kokusunu alır almaz kanapenin altına dalıvermişti. korktumu? utandı mı bilmiyorum, fakat zeki hayvan lâhzada ortadan silinmiş, öyle bir saklanış saklanmıştı ki, kuyruğu bile görünmüyordu.

ben şeriki cürüm olduğumu unutarak makaraları koyvermiş bu hale kahkahayla gülmeye başlamıştım, bereket versin kasap uzaktaydı. ayak üstü birisile konuştuktan sonra, beni görmeden çıkıp gitti.

çakar almaz tehlikenin uzaklaştığına emin oluncaya kadar yerinden kıpırdamadı. neden sonra saklandığı yerden çıkıp yanıma geldi. “nasıl beğendin mi?” der gibi kuyruğunu sallayarak yüzüme bakıyordu. yanımda oturanların hiç biri işin farkına varamamıştı. onun gösterdiği bu feraset o kadar hoşuma gitmişti ki, hemen kallavi bir pastırmalı sandüviçi getirerek elimle yedirmeye başladım. yammdakiler, bu itinalı ikramın “mükâfat” olduğunu anlamadan ifrat sevgisi nişanesi sanarak bize bakıyorlardı. bir aralık, pusuya yerleşmiş arapla türk melezi tatlıcı mehmet şükrüyü şeytan dürtmüş olacak ki:

— sen istanbul'a gidiyorsun! bunu ne yapacaksın? diye sordu. zorla değil ya kısmet ayağımıza geliyor, tavlanacak zavallılar kendiliğinden hep karşımıza çıkıyor.

— ne yapacağım, dedim, onu da götüremem ya. isteyen birisine bırakacağım..

— bana ver, ben onu beslerim.

çakar almaz’ın yüzüne baktım, maskara yarım oturmuş bana sanki göz kırpıyor ve bu haliyle «gider ayak sokacağımız zoka kuvvetlice olsun» demek ister gibi şeytanatkâr bir tavır gösteriyordu. fakat bu sefer vaziyet biraz nazikçe idi. çünkü ben elime para geçer geçmez hemen vapura atlayarak, mısır'dan ayrılacaktım. oradan geçecek en kısa zaman zarfında ya tatlıcıyı atlatıp kaçamazsa satış katiyet kesbederek, ayrılık ebedileşecekti. halbuki onun bu firarlarından ben dolandırıcılık gayretinden ziyade bana karşı bir bağlılık seziyordum. onun için, satış bedeli ne kadar okkalı olursa teessürüm o miktar hafifleyecek, manevî kaybımı maddî kazanç kısmen telâfi edecekti. bu mülâhazalarla söze kıyasıya başladım:

— sana onu vereyim, fakat şimdiye kadar çok masraf ettim. masrafımı alırım.

— ne kadar?

—yirmi beş mısır lirası..

keşke elli deseymişim. adam bir kelime bile söylemeden elini cebine daldırdı ve yirmibeş mısır lirasını önüme koyuverdi. bir daha çakar almaz’a baktım. bu kendisini dördüncü satışımdı. fakat hiç birinde bu kadar eza duymamıştım. paraları önümde görünce şaşırmıştım. paranın sevincinden çok içime birden bir hüzün çökmüştü. bu teessür onu bir daha görememek ihtimalinin kuvvetli olmasından mı yoksa hüsnüniyetle teklifime ram olan tatlıcıya acıdığımdan mı anlıyamıyordum.

— tasmasına iyi yapış, arkamdan gelmesin., diyerek masadan kalktım ve bir daha çakar almaz’la göz göze gelmeden oradan çıktım.»

o gecedeen tam bir hafta sonra neyzen’i izmir mevlevîhanesinin bahçe kısmında dedelerden biriyle konuşurken görüyoruz:

— en ufak bir istiklâl bana demektir. allah aşkına sen bizzat alâkadar ol, yetimliğini hissettirme!

— hiç merak etme erenler, ben ona bakayım. adı neydi bunun?

— çakar almaz..

böylece yalnız gittiği mısır'dan yedi sene sonra neyzen yalnız dönmemiş ve satış gecesi evinin kapısında kendisini bekler bulduğu vefakâr dostu çakar almaz kapısında ona kollarını açarken (biz evde köpek istemeyiz.) demişler ve onu mevlevîhaneye müracaat zorunda bırakmışlardır. izmirde 25 gün kalan neyzen, eski dostlarının arasında “yaşasın hürriyet” bağırtılarını dinleyerek neş'eyle vakit geçirmekte iken o sırada üstadı eşref mısır'dan çıkagelmiş ve ona basiretli görüşüyle bir kaç “ibret alınacak levha” göstermiştir. hürriyet şenliklerine önder olanlar arasında seciyesi ve şeceresi bozuk, istibdat devrinin çakalları vardır ve şimdi yakalarında ittihat ve terakki kokardı taşımaktadırlar. bunların farkına varır varmaz hocası eşref gibi onun da neşesi kaçmıştır. bu sebeple onu istanbul'a götüren vapurun güvertesinde dalgın ve düşünceli görüyoruz. içinde yedi yıl hasretini çektiği istanbul'a ve dostlarına kavuşacağını hayal etmenin verdiği sevinçle beraber eşrefin aşıladığı endişe vardır. bunu şöyle anlatır:

“yolculuğumun devam ettiği müddetçe vapurda birbirine zıt hislerin tesiri altındaydım. acaba eşrefin dediği gibi milletin yıllarca hasretini çektiği bu hürriyet, sadece bir göstermeden mi ibaretti. yeni idareyi kuranlar onu sonuna kadar aynı saffetle idame edebilecek miydi. yoksa izmir'de gördüğüm gibi bu işi başarmak için bir takım yılanları iş başına geçirerek vatanı büsbütün içinden çıkılmaz bir badireye mi sürükleyecekti. ben bunları düşünürken meğer beni bekleyen ne akıbetler, ne serencamlar varmış?

vapurun güvertesinde marmara kıyılarını seyrede seyrede sürgünden dönen bir hürriyet fedaisi zihniyetiyle yürüttüğüm mülâhazalar, kafamda geçirdiğim endişeler, meşrutiyet devrinde başımdan geçecek hesapsız serencam yanında gurbette devenin kulağında daha küçük şeylermiş. bereket versin koynumdan hiç ayırmadığım “sihirli düdük”e. yoksa ne gurbette edindiğim tecrübeler ne cami ikmaline çalıştığım ilim ve marifet beni o karma karışık devrin zebunu ve kâselis bir bâziçesi olmaktan kurtaramıyacaktı. gerçi “ipliği pazara çıkarmış derbeder”lik rütbesi omuzlarımdan düşmedi. amma bu benim, kaderle el ele veren dizgin kabul etmez ruhumun, gönülden taşıdığım ezel' ve zatî rütbemdi. yıllarca uzun ayrılıktan sonra mısır'dan istanbul'a dönerken orada geçirdiğim serâzad hayatın gönlümde kalan izleri bir avuç külden ibaretti.

zaman zaman âvâre ruhumu tutuşturan bir sürü yangının o bir avuç muhassalası içinde hiç sönmeden için için yanan bir tek kıvılcım vardı ki, ben istanbul'dan onunla ayrılmış ve şimdi yine onunla dönüyordum: «vatan ve hürriyet aşkı..» ”

yine kendi anlatımı ile "devr-i dilâra-yı meşrımyet'in ilânından tam 28 gün sonra, 8 ağustos 1324'te (1908) sirkeci rıhtımına ayak basıyor.

çemberlitaş'ta bir han odasına yerleşen neyzen tevfik'in "iiân edilen hürriyefle karşılaşması pek de parlak olmaz. seyretmek için gittiği ve ferah tiyatrosu'nda sergilenen "sabah-ı hürriyet" adlı oyunun ittihat ve terakki'ce yasaklanması üzerine yaptığı konuşma yüzünden tutuklanır. neyzen tevfik, 1910 yılında "sarıklı bir zâtın kızı olan cemile hanımla", kardeşinin ve babasının karşı çıkmasına karsın, annesinin ısrarı ile evlenir. bir kız çocuğu dünyaya gelir. ancak evliliği yürümez. kızı leman henüz üç aylıkken kayınbabası eşini alıp götürür. birinci dünya savaşı yıllarında, askeri müze'nin kurucusu muhtar paşa'nın emrinde ve mehter başı olarak askerlik yapar. ancak düzence ile başı hoş olmayan neyzen tevfik'in askerliği de kendincedir. herhangi bir meseleden muhtar paşa ile kavga eder ve çıkar gider. “istanbul merkez komutanı albay cevat bey”, sık sık yinelenen bu kavgalarda araya girer ve “muhtar paşa ile neyzen’i barıştırır”. mehter takımının dönemin harbiye nazırı enver paşa'nın yalısında verdiği konseri izleyen almanya'nın romanya'daki kuvvetlerinin komutanının ilgisini çeker. bazı kaynaklara göre onun çağrılısı olarak romanya'ya gider. romanya'da piyano eşliğinde konser verir.

1919 yılında, ilk kitabı hiç'i yayımlar. sık sık alkol komasına girmeye başlar. 

1920'lerde, yaşamının ileriki yıllarında gediklisi olacağı, "tımarhane" ile tanışır.

1923'de ankara'ya gider ve kardeşi şefik kolaylı'nın yanında 4-5 ay kalır. ulusal kurtuluş savaşı'nı yücelten şiirler yazar. cumhuriyet devrimlerine bağlı, onları savunan bir şairdir artık. geçmişe, geçmişin kalıntılarına karşı acımasız bir savaşıma girişir.

1924 yılında, arkadaşı hasan sait çelebi'nin de yardımları ile verimlerini azâb mukaddes adı altında forma forma yayımlamaya kalkışır. ancak girişim başarılı olmaz. iki formadan sonra noktalanır.

1926 yılında atatürk'le tanışır.

1927 yılında sa'ra nöbetleri ve alkol yüzünden toptaşı tımarhanesi ve zeynep kâmil hastahanesi'nde tedavi görür.

1928 yılında dresden opera müdürü kurt schtringler ile tanışır. ney çalışına hayran kalan schtringler, neyzen tevfik'i yücelten sözler söyler. aynı yıl, eski dostu mehmet akif görmek için mısır'a gider. bir yıla yakın bir süre yanında kalır.

1929 yılında döndüğü izmir'de, arkadaşı avukat refik ince'nin ısrarı ile ilk konserini verir. tarihleri belli olmamakla birlikte, sonraki yıllarda başka konserler de verir neyzen tevfik. tanıyanlarından refi' cevad ulunay, biri gazeteciler cemiyeti adına olmak üzere, katıldığı ya da tek başına verdiği iki konserden söz ediyor örneğin. öte yandan kemal sülker, istanbul tekstil sendikası'nca açıkhava tiyatrosu'nda düzenlenen “sanat gecesi”ne neyzen tevfik'in de katılıp katkıda bulunduğunu belirtiyor, '30'lu yıllarda, ekonomik destek olsun diye, "vali ve belediye reisi" muhiddin üstündağ'ın girişimi ile konservatuvar'da görevlendirilir. '40'lı yıllarda doktoru olduğu kadar dostları da olan mazhar osman ve rahmi duman'ın aracılığı ve valiliğin oluru ile bakırköy akıl hastahanesi'nin 21 nolu koğuşu ona ayrılır. istediği zaman gelir, yatar, dinlenir ve çıkar gider.

9 mart 1946'da, basın yararına düzenlenen bir konserde çalar. yaptığı taksimlerle izleyicileri büyüler. konser öncesi neyini merak edenler, konser sonrası onu dinlemenin bir şans olduğunu dile getirirler.

1949 yılında, dostlarından ihsan ada, neyzen tevfik'in erişilebilen verimlerini, onun gözetimi altında, azâb-ı mukaddes adı ile kitaplaştırır.

1951 yılında onu atlettim adlı bir filmde önemli bir rolde gözükür. oldukça da başarılı olur. ağlayan şarkı adlı bir başka filmde ise, suzan yakar'la oynar.

1952 yılında, arkadaşlarının ısrarı ile şehir komedi tiyatrosu'nda jübilesi yapılır.

neyzen tevfik, söylenceleşen yaşamını neyi ile, meyi ile, düzü ile 27 ocak 1953'te noktalar. cenaze törenine katılanların bileşimi, söylencenin niteliğini çok iyi yansıtmaktadır. tanıyan!arından ve dostlarından hakkı süha gezgin, "neyzen'in cemaati" başlıklı yazısında şöyle yazıyor:

"sinan paşa camii, içiyle, dışıyla, anacadde karşıki barbaros meydanı, bütün kahveler, kıraathaneler tıklım tıklım. her gelen otobüs, tramvay, otomobil katarları, bu kalabalığa yeni insan yığınları döküyor.
neyzenin huzurundayız. bu kalabalık, onun cemaatidir. kimler yok ki!. başta vali hasta döşeğinden kalkıp gelmiş. muavinler, daire müdürleri, kalburüstü memur sınıfı. sonra, üniversite kadrosu, profesörleri, talebesiyie, orda. edebiyat ve san'at adamları, isim yapmış büyük şahsiyetler, her biri yolunda yeni fetihlere, yeni ganimetlere ermiş meşhurlar, şairler, romancılar, münekkitler, sahne adamları. sonra musiki çevremiz, dergâh erenlerinden sokak kemancılarına varıncaya kadar hepsi orda.

bunlardan başka sarhoşlar, esrarkeşler, ayyaşlar, serseriler.. onlar da derlenmişler, toparlanmışlar, kılıklarını düzeltmişler, 'neyzen baha'nın tabutuna sarılmışlar. 'tevftk'in cenazesi altında işte bunlar yan yana, omuz omuza birleşmişlerdi."

görüldüğü gibi gündelik yaşamda yan yana gelmesine olanak bulunmayan, dahası böyle bir durumdan ürküye kapılacak kişiler neyzen tevfik'in cenazesinde yan yana gelebiliyor. omuz omuza namaz kılıp tabutunun ardı sıra yürüyebiliyor.

-- kaynaklar --

neyzen tevfik hayatı- hatıraları- şiirleri ( hilmi yücebaş - 1968)
hiç’in “azab-ı mukaddes”i (kalan müzik – 2001)
müzik yönüyle neyzen tevfik (onur akdoğu - 1991)
neyzen (tuncer cücenoğlu)
azab-ı mukaddes – neyzen tevfik (celal kırlangıç - 2001)
kültür bakanlığı
ferhat ağırbaş
http://www.medyakronik.com/
http://home.tiscalinet.ch/s.alcinkaya/turkce.html


Neyzen Tevfik Başka bir Anektod

gece meyhaneden cikmis evine donerken, dar bir sokakta karsilastigi bir baska sarhos ile aralarinda gecen diyalog :
- ben senin gibi cigeri bes para etmez herife yol vermem!
neyzen geri cekilir, yolu acar;
- ben veririm..


Neyzen Tevfik Başka bir Anektod

neyzen'in ustalığının ve hoş sohbetinin nâmını çok duyan gâzi mustafa kemal atatürk kendisiyle görüşmek ister ve bu çağrıya çok sevinen neyzen paşamın misafiri olur.sohbet muhabbet derken aralarında şöyle bir diyalog gelişir;

mka - neyzen senin için iyi içer derler doğru mu ?
neyzen- eh, içerim paşam.
mka - ne kadar içersin mesela, iki tane kiloluk içer misin?
neyzen - içerim paşam.

bunun üzerine atatürk görevliye seslenir ve iki büyük rakı getirtir.
rakılar gelince neyzen görevliye seslenip, bir kase, bir kaşık bir de ekmek ister.görevliler şaşkınlık içinde neyzen'e bakarken atatürk bakışlarıyla onaylar ve neyzenin istedikleri gelir.atatürk neyzenin istedikleriyle ne yapacağını merak ederken neyzen bir büyük rakıyı açar, kaseye boşaltır, ekmeği ufak ufak doğrar ve başlar kaşıklamaya.atatürk gözleri faltaşı olmuş bir halde izlerken, neyzen kasedeki rakı azaldıkça doldurmaya devam ederek ekmeği bitirir ve 

- karnım doydu paşam, şimdi içmeye başlayabilirim.
der.

bunun üzerine atatürk gülerek,
- pes, vallahi ben pes ediyorum neyzen, 
diyerek kendisinden ney üflemesini rica eder.

uzatmayayım, neyzen ve atatürk bol muhabbetli bir kaç saat geçirirler ve sonunda atatürk neyzen'e teşekkür ederek, var mı benden bir istediğin diye sorar.

neyzen de cevap olarak, sağlığınız paşam der, paşam'ın elini öpüp çıkar.

daha sonra atatürkle ne konuştuğunu merak eden abisine olayı anlatan neyzen'e şaşıran abisi;

ulan yatacak yerin yok, atatürk ne istersin diye sorduğunda bir ev isteseydin ya diyen abisine neyzen'in verdiği cevap, bugün yaşadığı yeri unutup, yatıp kalkıp atatürk'e küfür eden şuursuzlar içindir birazda;

- o zaten hepimize bir ev verdi ya!


sonraki bilgi:      Steve Jobs'un bir tasarımcıya söylediği söz

önceki bilgi:       Low-carb diets could shorten life, study suggests

 
 

Bu sayfaya 249  defa bakıldı


Bu internet sitesi kar amacı gütmemektedir. Bu içeriğin siteden kaldırılmasını istiyorsanız alttaki butonu kullanarak içeriğin kaldırılması için istekte bulunabilirsiniz.