Temelelektronik.info

Bilgiler > yıl 1922. ağustos ayı. istanbul'un ankara ile tüm iletişimi kesilmiştir



yıl 1922. ağustos ayı. istanbul'un ankara ile tüm iletişimi kesilmiştir

yıl 1922. ağustos ayı. istanbul'un ankara ile tüm iletişimi kesilmiştir... işte o anları falih rıfkı ile yaşamak için neler vermezdim!

gazeteye geldiğim vakit anadolu'nun birden bire kapandığını söylediler. istanbul ve türkiye'nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkan yoktu. aradan 30 yıl geçti, o sabahki heyecanımın şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum...
- acaba yunanlılar mı taarruza geçtiler?
- belki de bizimkiler...
tarihte hiçbir perde bu kadar ağır bir kader sırrı üstüne inmemiştir. ne rumca ve ermenice gazetelerde, ne ingiliz veya fransız ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici bir yayıntı bile yoktu...

- canım biz taarruz edebilir miyiz? daha geçenlerde fethi bey mütareke aramak için londra'ya gitti. ummam ki böyle bir delilik yapalım...
- ihtimal ne cepheyi ne cephe gerisini tutamaz hale geldikleri için bir son çare aramışlardır...

hepimiz mustafa kemal'in askerlik dehasına inanırdık. onun her şeyi vara olduğu kadar, yoka da çevirecek bir zar atmayacağını biliyorduk. fakat nasıl haber almalı idi?

bütün günümüz adeta merak sancısı içinde geçti. yalnız yemekten değil düşünmekten de kesilmiştik... zırhlıları ile tümenleri ve alayları ile ı. dünya harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ istanbul'un surlarında ve sokaklarında idi. bir tek umut, bir avuç askerde ve mustafa kemal denen isimdedir. kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyoruz.

nihayet rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı; biz taarruza geçmiştik ve başımızı yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk...

türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi... ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. onun son destanları 1877 harbi’nde plevne,1912 harbi’nde edirne, sonra da çanakkale idi. rumca gazetelerin haberi ile merakımız biraz azalsa bile, kaygımız ateş gibi yanıyordu.
zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. havadis duyurmakta beyoğlu gazeteleri ile yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.
- taarruz çökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. durduk mu, geriledik mi? ah, hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle dursak…
bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. az da olsa bir başarıyı, halk güvenini artırma yolunda kullanmak kolaydır. bu, bir edebiyat işidir. fakat ya hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse?
mustafa kemal’e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile…

akşamüstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı büyükada’ya gidiyordum. aydınlık, ferah bir ağustos akşamı… köpüklü, uyanık, neşeli bir deniz. güverte tıka basa dolu…türkçe konuşmayanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. sadece bu sevinç bizi yıkmaya yeterdi.”ne olmuştu?” diye sormaktan korkuyorduk.

bir fena şey vardı. kimseye sormaksızın onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk. ihtimal durmuştuk. belki de bir iki noktada gerilemiştik. ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? yunanlılar da artık bitkin bir halde değil mi idiler? aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. bu da, elbette sevr antlaşması’ndan daha iyi olurdu.

fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: başkomutan mustafa kemal paşa, bütün karargahı ile beraber esir olmuş…

keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.

türkleri büyükada yat kulübü’nden kovmuşlardı. yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. bunlar o akşam cezalarını çekmişlerdi. çünkü kulüpte, mustafa kemal’in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyorlardı. ada sokakları çoluk çocuğun çığlıkları ile geçilmez bir hale geldi.

ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. ilk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.

bütün türkleri yas içinde bulacağımı sanıyordum. meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. acaba sokaktakilerin hepsi şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?

meğer bütün karargahı ile başkomutan mustafa kemal değil, yunan başkomutanı trikupis esir olmuş…

size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. bir çocuk gibi sıçramaya başladım. habere, havadise, telgrafa koşuyorum. hani dün kızdığımız o sürüm gazetesi yok mu, meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş. yunan ordusu’nu yok etmişiz ve izmir’e iniyormuşuz.

ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. ne olmuştuk, biliyor musunuz? kurtulmuştuk.

ah mustafa kemal, mustafa kemal… sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim.

konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu. ikdam’daki yakup kadri’yi aradım, ilk vapurla izmir’e gitmeyi teklif ettim.

nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu batı’nın, vicdanımızı ve kafamızı doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 ağustos zaferi’ne borçluyuz.
akşam’ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: “elhamdülillah, izmir’e kavuştuk!”. kapıları açmanın imkanı mı var? gazeteyi pencereden akıtıyorduk. alan yüzüne gözüne sürüyordu.

…doğrusu daha fazla dolmabahçe’ye gidip vahdettin’i görmek istiyordum. içimdeki tek zulüm hevesi bu idi.

vahdettin’i göremedim. fakat sonradan ilk meclis’ten kalma bir dostum, muhiddin baha, bana bir ankara hikayesi anlattı. onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. meclis’te bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. asık suratlı bir milletvekili görmüş. mustafa kemal’in muhaliflerinden biri:
– yahu nedir bu halin diye sormuş. öteki dudaklarını ısırarak:
– ne var sanki? nasıl olsa izmir’i bize vereceklerdi. nesini büyütüp duruyorsunuz diye çıkışmış da!
sonra da:
– yunanlılardan kurtulduk. bakalım mustafa kemal’den nasıl kurtulacağız? demiş.
evet muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. ah! bir kurşun, son yunan kurşunu mustafa kemal’in göğsüne saplanamaz mıydı?

doğu böyledir, dostlarım, doğu’da kin, kolayca hiyanete kadar götürür. o gün sapsarı kesilenler veya onların kinini güdenler, şimdi bile o günün hatırasını söndürmeye uğraşmakta değil midirler? doğu kini, vicdanları saran bu kanser… kanserlerin en habis soyu!

falih rıfkı, çankaya s.360-364


sonraki bilgi:      TERMOFİL SAVAŞI (M.Ö. 480)

önceki bilgi:       Karahanlı Devleti tarihi

 
 

Bu sayfaya 155  defa bakıldı


Bu internet sitesi kar amacı gütmemektedir. Bu içeriğin siteden kaldırılmasını istiyorsanız alttaki butonu kullanarak içeriğin kaldırılması için istekte bulunabilirsiniz.